Eskiden Çeşme gerçekten Türkiye'nin incisi, nerdeyse sadece İzmir'in arka bahçesiydi…Şimdi kendi bahçemizi bize dar edenlere 'izin verenler, çanak tutanlar' utansın, hatta hepberaber utanalım...
Memlekete ehemmiyet veren, doğaya saygısı olan vatandaş kalmadı ki, ne bekliyoruz? İnsanlığa arz olmayınca, talep kalmıyor haliyle.
Herkes hayattan geçerken cebini nasıl doldursun, nasıl daha "en" yaşasın derdinde. Sanki öbür tarafta seni alkışlarla konfetilerle karşılayacaklar “gel buraya geeel en havalı yaşayan, en çok para harcayan seni seçtik, geç cennetin en güzel köşesine de soluklan, sonra da anlat bakalım hangi ahtapotun kazığını, hangi çivi gibi soğuk beach'te çıkarmaya çalıştın?' diye sorguya çekecekler, denize girmeye bile üşendiği için o kazıkla bir ömür yaşayan İstanbullu'lara :)
İstanbulluya laf ediyorum ama sadece İstanbullu olsa keşke. Birçok İzmirli de artık yavaş, mütevazi, kendi halinde, sıcaktan bayılmış, dur bir önümdeki denizime gireyim de kendime geleyim, balkonumda demleneyim de keyifleneyim tarzı sakin "İzmir style" yaşamını terkeder oldu. Öyle bir "EN" modası sindirdiler ki hayatlarımıza, özellikle Çeşme'nin her bir köşe bucağına, tüm yaşamımız 'ENstagram' tadında şimdi. Haliyle İzmirli modern, İzmirli hiçbirşeyden geri kalmaz, İzmirli en iyisini yapar, İzmirli hoşgörülü diyerek esneye esneye tüm en’lere ayak uyduruyor hem de bu en’lemelerin çoğalmasına bir güzel izin veriyoruz.
Çeşme çarşı'da, hatta Aya Yorgi kavşak ayrımında bana göre en iyi dondurmacılar dururken, Alaçatı Dondurmino'da yemezsek İstanbul'a döndüğümüzde yüzümüze bakmazlar, beyaz yakamız zedelenir eyvah! İsmi Mustafa Cecelli'yi çağrıştıran Hacı Memiş'de takılıp instagrama story atmazsak, ya İstanbul'a dönünce ortamdan dışlanırız falan, mazallah. Burnumuzun dibindeki koya girmek varken, para bayılıp, 15 dk. güneşin altında yürüme mesafesi olan 'before sunset'te takılmazsak 'corporate' hayatım bir ‘looser’ olarak devam eder aman aman...
30-35 sene önce Çeşme’de tüm sokaklarda lamba varken, Alaçatı sokaklarında sokak lambası olmadığı için, misafir kaldığımız eve hava kararmadan, annelerimizin elini tutarak çamlık yoldan geçip koşa koşa giderdik. Yine aynı zamanlarda Ilıca, Dalyan, Çeşme ve Paşalimanı Monaco’yu, Nice’i andırırken, çocuk başımıza gece yarılarına dek rahatça dolaşabilirken, 15 sene öncesine dek sokakları kapkaranlık ve tezek kokularından geçilmez Alaçatı köyüne haliyle itibar edilmezdi. Yani, ne kadar ordan arsa ev almadık diye kafamızı o taştan bu taşa vursak haksız değiliz. Sezen’in Alaçatı’dan ev alması ve Beyaz’ın 2000’lere doğru Yıldızburnu’ndaki güzelim bir evi Paprica’ya dönüştürmesi ile başlayan rant bugünkü ürkütücü boyutlara taşıdı ne yazık ki Çeşme’yi bana göre.
Ürkütücü yanı, Alaçatı’daki pahalı, belki erişilmez gelen ‘Istanbullu tarz’ değişim değil. İzmirli'nin zaten sahip olduğu bu güzellikleri, süsleyip altın tabakta sunan İstanbullular'dan satın alabilmek uğruna beyaz yakalarını zor bir araya getirip yaşamaya çalışması da ürkütücü değil, kişinin özeline kalmış. Kaldı ki İzmir’li güzelin, keyifin her halini sever, para harcamaktan çekinmez, mezara da saklamaz, hatta çoğu İstanbullu bile bu yaşama zaten sezonluk yetişebilirken, bu abes bile kaçmaz. Ürkütücü yanı daha çok İstanbul’da yaşayan İzmirliler için olsa gerek. Üzerine sinmiş "en iyi şekilde çalışır, en iyi şekilde yaşamayı hakeder İstanbullu corporate" tavrı ile tüm yapılacaklar listesine 'check' atmak istemekle, kendi öz Çeşmeli halini yargılamak arasındaki sorunsalla boğuşmak, 'ENstagram style' hayatının sınırlarını belirlemek. Yani öz Çeşmeli kimliğine sınır çekmiş hızlı İstanbullu yaşamının, kendine Çeşme ve Alaçatı’da yaptırmak istedikleri ile, sürekli eski İzmirli tarzı yaşamından aldığı keyifi karşılaştırmak. Çeşme çoktan elden gitmiş, İstanbullular Alaçatı’yı ekmek arası yapmış eller havada koparken, hala beyninde Çeşme asıl biz İzmirlilerindir fikriyle avunmak. Beyin yeteri kadar yanmamış gibi, hatta İzmir’in gölgede 40+ sıcağı yetmezmiş gibi, beyne sürekli flashback darbeler vurmak. “Eskiden Ilıca’da daha mutluyduk, tüm kumsallar, dalgalar bizimdi, üç kuruş parayla Ilıca’da elde dondurma, sırtımızda merserize kazakla akşamları yürürken çok havalıydım, sanki Çeşme daha boştu, daha güzeldi…”. gibi. Türkiye’de doğru düzgün burgerci yokken, Çeşme’de Asburger’e gidebilirdik. Hatta kumru yerken Ferdi Tayfur yanımıza oturup “bu tatlı çocukların kumrusu da benden, bir de yanında coca-cola” diyerek, Çeşme’de misafir kimliğini çok benimsemiş, hatta bizi onurlandırmıştı. Düşünsene 11-12 yaşındaki bir çocuk için ne acayip olaydı, deli gibi mutluyduk, hatta Sibel Can’la hep Bonjour’da dondurma alırken karşılaşırdık, her seferinde boyu benden kısa diye sevinirdim. Altın Yunus’ta Neco’nun kızı Zeynep’le yazdan yaza çok samimi arkadaş olduğumu hatırlıyorum. Onlar hep misafir, saygılı, bizse hoşgörülü ev sahibiydik. Çünkü Çeşme İzmir’deydi. Onlar yazdan yaza gelirdi. Hakeden bizdik zannımca. Memur anne ve babalarımızın maaşı ile tüm en’lere rahatça yetebildiğimiz, bizim yazlık yerimiz, normalimizdi. Şimdi ise enstagram hayatlarımızda, hepsi ’tarz’, birçoğu anormal oldu. Kımsen Alaçatının meydan sokakları, Çeşmeli’lerin, Hacımemiş misafirlerin, Çeşme Marina ve geri kalan da yazlıkçılar tarafından sahiplenildi. Artık Çeşme ve Alaçatı sokaklarında karşılaşan ünlü ve yerliler, bırakın hoşbeş etmeyi, fotoğraf çektirip anı olarak saklamayı, dirsek dirseğe ‘survivor’ tadında çarpışıp, az ilerdeki 2 kişilik boş masayı kapmaya çalışıyor. Çeşme, İzmir’in sadece arka bahçesi değil, hayallerimizin de gerçekleştiği, özgür hissettiğimiz ve yaşadığımız en tatlı, en mavi, en serin, en huzurlu yerdi. Çeşme bizim için yazın 2-3 ay mutlu olduğumuz, ama bir sonraki yaza kadar artan bir mutluluktu. Şimdidekiler için olduğu gibi sezonluk değildi. Çeşme eskiden aslen İzmirlilerindi ve çok güzeldi de en kötü ne olabilirdi?
Kabul, Çeşme’nin tümünde eskiye göre daha entegre, çok daha iyi, keyifli, düzgün ve kaliteli bir sunum ve hizmet var ama daha kötü ve ürkütücü yanı, dışardan gelen birçoklarının sırf ‘en olmak’ için, belki bu mekanlarda ‘check-in’ yapmanın bile hayattan keyif almanın, hatta bunu dışarıya göstermenin ‘en kolay’ yolu olduğunu sanması. Kredi kartlarını şişirip 6 ay taksite bölerek sezonluk ‘enleri yaşamanın’, ‘en hızlı’ Çeşme’li olabilmek olduğunu sanması. Çeşme’li olmak aslında her İzmirli’ye bile kolay kolay nasip olmazken, haftasonları Alaçatı’da, Ayayorgi’de takıldığı ‘beach club’a türk filmindeki gibi mini bavulu ile gelmeyi, minderlerinde yayılarak denize girmeden kostümü ile güneşlenmeyi, sunset party’de bir kilo takı ve makyajı ile, topuklu ayakkabıları üzerinde durmaya çalışmayı, veya ‘bromance’ leri ile birlikte, kirli sakalları ve gevşek gülümsemelerine rağmen, 9 ay allah ne ‘dumbel’ verdiyse basılmış göğüs kasları ile hatun avlamayı, 2-3 aylığına bile olsa Çeşme’li olmak sananların cüreti, ve bunların en’leştirdiği, beraberinde yaydığı bu akım (kültür diyemem) ürkütücü. Etrafa sahte enleşmiş sezonluk enerji yayıp, İzmirli’lerin, Çeşmeli’lerin bu enerjiden mutluluk adına nasiplenmeye çalışmasını görmek ürkütücü.
Halbuki Çeşme’li olmak, güneşlendiğin o iskelenin ilk özelliğini, midyesinin tadını bilmektir. Eller havada koptuğun mekanı kendi aranda 3 kuşak önceki ismi ile anmaktır. Boyoz’un, sakızlı kurabiyenin en iyisinin en çok check-in yapılan Alaçatı fırınında değil, Yıldız fırından çıktığını bilmektir. Karadut deyince çarşı içindeki rum pastanesinin akla gelmesidir. En güzel kumrunun çarşı içindeki fırından ilk ezan okunduktan sonra dağıtılmaya başlandığını bilmektir. Hatta günümüz rantçılarına dayanamayıp, kapandığına üzülmektir. Tek meşhur balıkçının Dalyan’dan ibaret olduğu bakir günleri de sevebilmektir. Bir gecede 20 ünlüyü İstanbullu'lar bile göremezken, Çeşme kalesinde, battaniye altında Temmuz gecesi soğuğuna rağmen sonunda dek, çocuk halinle uyumadan izleyip tarihe geçmektir. Kumrucu Şevki’nin asırlardır böyle İstanbullu babadan görme gibi çok şubeli olmadığını, ilk günlerindeki küçücük büfede kumru yaptığını, o kumrumun kömürlü tadını hatırlamaktır. Çeşme’de bir açık hava sineması olduğunu bilmektir. O sinemada çiğdem çitleyerek Tarık Akan’ı izlemiş olmaktır. Asburger’deki antik guntik bardakları kampa taşımaktır, sonra herkesin bardağı birbirine karışınca kahkahayla gülmüş olmaktır. Çamlık yolda ıssızlıktan korkmaktır. Quente değil, Vekamp’tan koli basili oranını düşünmeden denize girmektir. Ilk teknik Süzer disko’ya gitmiş olmaktır. Ilıcalara gitmektir. Yan gelip güneşlenme yeri değil, aksine Yıldızburnu’nda rüzgarın azdırdığı dalgaların içine atlamaktır. Seaside’tır, surf merkezidir Alaçatı, antika pazarıdır gerçek Çeşmeli için. Bir elin beş parmağını geçemeyecek kadar az otelin olduğu, Altın Yunus’un havuzuna sızarak girmenin heyecanı demektir. Bonjour’un sadece dondurma sattığı günleri bilmektir. Radisson ve civardak ultra lüks villalar yokken çadır kampta hayatının en güzel çocukluk günlerini geçirmiş olmaktır…Bu günleri 40 yaşında bile hatırlayıp hala mutlu olmaktır, herşeye rağmen Çeşme’yi sevmek demektir. Çeşme’li olmak asla paranla veya harç borç, sezonluk, kendini mutlu olmaya zorlamak değildir. Gelenlerin haftasonu 5-6 saat takıldığı beach club’lar yokken de, bugünkü Alaçatı mekanlarında takılmazken de, hiçbir yerde check-in yapmadığımız, hiç bir anını instagramda paylaşmadığımız, ama Çeşme’de kendi evimizde, birbirimizden çokça haberdar, kendi sahilimizde tavla oynadığımız zamanlarda da Çeşme’ye gönül vermiş olmaktır.
Çeşme’deki kalabalığa, fahiş fiyatlara, Alaçatı’daki her yönden en’leşmenin doğurduğu boğuculuk bir yana dursun, bence en ürkütücü olan plajların, sahillerin ranta kurban gitmesi ve bu plajların şu an sadece İstanbullu'lara göre hizmet vermesi. Şu anki Çeşme ‘pure Istanbul-made’. Sadece fiyatlar ve kalite değil, muamele de Istanbullu’lara göre. O dediğim beach'lere dedikodunun aksine "34 plaka BMW, Mercedes" ile de gitsen, yan siteden giriş yaptı diye sokmak bile istemiyorlar. Yan sitedekiler Istanbullu da olabilir halbuki:) Hadi elin yüzün düzgün şansın varsa, seni 2. sınıf kısma alıyorlar. Tabi oraya saf, rezervasyon almak gereği duymayan İzmirli kafamızla giriş yapmak istememizden oluyor biraz da bunlar, İstanbullu corporate kimliğimizle gitseydik herşey bambaşka olacaktı... Lobine göre muamele görüyorsun. Bu kadar net. Kendi kasabamda, 5 sene öncesine kadar "kum koy" dediğim yerde bedava, gerine gerine güneşlendiğim, yüzdüğüm koya adam beni paramla almak istemiyor. “Daha EN'i de olur ama ötesi var mı bunun?” diye sorarken, daha da ötesi oldu ve, numune olarak kalan, bu seneye dek ‘beach club’a dönüştürülmemiş birkaç koydan biri, kendi koyumuzda da denize rahat giremez duruma geldik. Eli silahlı mafyalarla uğraşmak da varmış kısmette. O yüzden daha ötesini ne sormak ne de düşünmek istemiyorum. Yasal itirazlarla uğraşmak, ranta çanak tutan bir memlekette deveye hendek atlatmak kadar zormuş, şu an tecrübe ediyoruz. Ne çevre bakanlığı, ne savcılık, ne belediye, ne de çevre il müdürlüğü olaya hakim olarak müdahele edemiyor. Yazın ortası geldi, geçiyor bile…
Kıyı ve plaj sorunu bir yana. Yine de bu bir dağdan gelip bağdakini kovma meselesi değildir bana göre. Çünkü, ne bu bağ artık sadece biz İzmirlir'lerin ya da İstanbullu'ların, ne de bu kaliteli ve keyifli ortamları sunan insanlar dağdan inmedi, nereli olursa olsun. Çeşme artık onu hakedenin. Küreselleşen dünyada, insanların kuş misali haftada 3 ülkeye konduğu, oralarda yediği içtiği, nasiplendiği, kelebek kanat çırpsa intagramdan anında haberdar dünyada, kaldımı ne yazık ki orası burası. Ama elbet ilk yerleşenler olarak bizler ev sahibi, haftasonu ve tatilde gelenler misafirdir her zaman.
Yalnız şu var ki, bu gurmecilik ve işletmecilik işinin beyni Istanbul, ve Çeşme’deki bir kaç istisna dışında nerdeyse tüm işletmecinin halihazırda yıllardır işlettiği mekanları var İstanbul’da. Adam tecrübeli, zemini, arkası sağlam. Alaçatı’daki bir çok restorantın ve beach’in şefi ödüllü, sadece Istanbul’da değil, yurtdışında bile tanınmış isimler. Gurmeler her yarattıkları tadın peşinde, yeni açılan mekan için, yaptığı 3 gr. sosu tanıtıp instagramda paylaşmak için İstanbul’dan 2 saatliğine uçağa atlayıp geliyorlar. Bu şef ne kadar sosyal medyada tanınırsa, bu Enstagram yaşamlarımızda o kadar ‘en’oluyor, o kadar çok kazanıyor, bu adamın ekmek teknesi de bu. Hal artık böyle. Yersen…
Bu şeflerin İstanbul’daki restorantlarında veya çalıştıkları mekanlarda yemek yemek isteseniz, zaten bu rakamları ödüyorsunuz. Adam niye İstanbul’da talep ettiğinden daha az talep etsin ki Alaçatı'da? Nasılolsa gideri var. Belli bir pazar oluşmuşken, İstanbullu, birçok İzmirli’nin yapamadığını yapmış arz talep dengesini oturtmuşken, niye bu altın yumurtlayan furyayı bitirsin ki? Arz bu, sen talep edersen. Evet adam Yunan adalarındaki gibi denizden tuttuğu kalamarı, ahtapotu sen ısmarlayıp açlıktan miden yapıştıktan sonra ağır ağır, kafana çarpar gibi tabağınıza atmıyor, ama kimbilir kaç gün çalışıyor üstünde o damak lezzetini yaratabilmek için. Hatta Yunan adalarındaki gibi garsonu bir kere görmüyorsun, boğazın patlamıyor bir daha masaya gelmesi için, uyuya kalmıyorsun bir kahve içmek için, kimbilir kaç işçi çalıştırıyor yanında bu hizmeti ve istikrarı sağlayabilmek adına. Hatta, sadece İzmirli, Çeşme’li veya yazlıkçı gözü ile de bakmamak lazım bu olaya. Ya da ne harcadım ne aldım dengesi kurmaya çalışmak Çeşme ve Alaçatı örneği için bence geçersiz diyelim. Dolayısı ile, tüm Alaçatı ve Çeşme gurme piyasasını Yunan adalarındaki ‘tek kalite, düz denizden tabağa’ sistemi ile kıyaslayıp, ucuz veya pahalı demek, ardındaki vergi vs. gibi gereksiz bahanelere sığınmak hem yersiz, hem de ölçüsüz kalıyor. Sonuçta Alaçatı, Dalyan balık pazarı orada duruyor. Git al balığını pazarından, mangalında pişir, terasında, bahçende İzmir tarzı demlen. Karşında da Yunan adaları, kalkıp gitmene de gerek yok, içip içip efelen…Ama bence efelendiğin, Çeşme’yi Çeşme yapan veya Alaçatı’yı ekmek arası yapan İstanbullu’lar olmasın. Kendi insanlığına, İzmir rahatlığına, vurdumduymazlığına da efelen…
Bu küreselleşen enstagram dünyamızda, ‘global insanlarlar’ olarak, ırk, din, mezhep, coğrafya ayrımı yapmıyoruz madem, insan olarak ayırmadan sahiplendiğimiz kavramların başında doğa ve çevre bilinci de gelmeli. Çeşme'de deniz kirlendi, bunu İstanbullu’lar mı yaptı? Lady Tuna'nın ham petrolü, deniz dibindeki kum ve kayalara yapıştı ve sıcaklık arttıkça, en güzel Ildırı, Paşalimanı ve Ilıca plajında su yüzüne çıkıp milletin orasına burasına yapışmaya başladı. Fotoğraflar her yerde. Böyle bir fotoğraf Avrupa'da veya Amerika'da bir yerde yayınlansa, tüm dünye çevre örgütleri ve halk ayağa kalkar. Sözde yüzeyden yetersiz ekipmanlarla temizlenen denizi temiz sanan Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Selahattin Saran, bu plajlardaki denizden alınan su örneklerinde, sağlığı tehdit eden birçok değerin sınır değerin 300-500 kat üzerinde olduğundan hadi bi haber, DEU’nin akredite laboratuvarına yaptırılan analiz raporunu da alıp okumamış. Değerli hocam Küçükgül’ün raporundan alıntı yapmam gerekirse “Ham petrol ve türevleri miktarı 1,495 mg/L çıktı. Oysa sınır değer 0,003 mg/L’dir. Yani sınır değerin binlerce katı fazla. Aynı numunede fenol miktarı 0.27 mg/L olarak ölçülmüştür. Bu maddenin sınır değeri de 0,001 mg/L’dir”. Yarın öbürgün “Çeşme’de denize girdim aman hastalandım, kör oldum, kanser oldum, ölüyorum, bitirdiler Çeşme’yi” dediğinizde, bunun suçlusu Alaçatı’daki Istanbullu işletmeci mi? Bayramda kesilen ve haftalarca devam eden su kesintisinin sebebi kim? Günlerce toplanmayan, artık kompostlaşmaya başlayan site çöplerinin yaydığı sağlıksız gazları, kötü kokuları da mı İstanbul’lu işletmeci basıyor etrafa? Ya da tali yollardaki otları da mı İstanbullu’lar kötü amelleri ile ördüler biz evimize gidemeyelim de Çeşme onlara kalsın diye. RES’ler gece boyu bizleri uyutmazken, etrafta canlı bırakmazken, bunları oraya İstanbullu İşletmeciler mi dikti ek gelir kazanmak için?
Harika bir çevre planına sahip, ekosistemin hiç bozulmadığı nadide bir belde de sanki Çeşme, tüm plajların mavi bayrak olduğu örnek bir belediyeye sahibiz de, geriye Alaçatı’daki mekanlarla kalamar, ahtapottan ve cacıktan başka yemek bilmeyen Yunan restorantlarınının fiyat, kalite ve vergi kıyaslaması kalmış…Neyi zeytinyağında kızartsan, neye zeytinyağı ve beyaz peynir katsan zaten lezzetli oluyor. Maksat karın doyurmaksa, ekmek arası peynir de karın doyuruyor, hem adalarda, hem Alaçatıda..
Sahi nereye gidiyor bu belediye’nin İstanbullu işletmecilerden aldığı vergiler??? Bence bu soruları çok daha sık sormalıyız kendimize. Onca mekanın vergisi ile Çeşme Belediyesi acaba ne yapıyor diye? Bir kaç artezyan daha açamıyor mu da millet 3 haftadır tuvalet bile temizleyemiyor? 1999’da benim bile (düşünün o zamanki teknolojiyi) kimbilir kaçıncı kez projelendirdiğim içme suyu hattı, onaya rağmen hala niye Tahtalı’dan öteye, evlere çekilemiyor? İzmir’de bu kadar atık toplama merkezi varken, belediyenin yoğun günlerde ek sefer koyacak veya taşeron toplama şirketlerine verecek hiç mi mali kaynağı yok? Bu soruların cevaplarını iyice düşünüp, ona göre efelenmek gerek. Oturduğumuz yerden, “Çeşme çok kalabalık, dışarı çıkamaz olduk” demek kolay ama, yaşanacak bir Çeşme kalmadığında, ev sahibi olarak yüzmek bile istemeyeceğimiz denizin kalmaması beni asıl ürküten. Misafirleri suçlamakla Çeşme kurtulmaz. Adı üstünde misafir, yarın senin Alaçatın, benim Çeşmem bittiğinde, eyvallah der gider kendine başka bir yerde Alaçatı yaratır, İstanbul’lu açılışa yetişir de, biz İzmirli rehavetinle kapanışına dahi üşenir gidemeyiz bile…
Tamam, rant peşinde koşan belediye ve bakanlar işbirliğinde yasal hak aramak çok zor, bu ülkede herhangi bir şeye itiraz etmek neredeyse imkansız, elinde onaylı raporun belgen dahi olsa tek başına çıkılamayacak kadar çetin yollar ama, en azından bizim şu an kendi Çatalazmak/Gücücek koyunda yaptığımız gibi, birlik olarak bu çevre katliamlarına, şiddet göstererek değil ama şiddetle yasal haklarımızı elden bırakmadan hak aramaya devam etmemiz bile bu şu an doğa katliamcılarını rahatsız ediyor, işletmelerine engel oluyor, en azından utanmalarını sağlıyor,enleşip öteye gitmelerini önlüyor. Utandırmazsak, daha çok utanacak hale geliriz ki bizi ne efelenmek ne de bu güzel İzmir kafası kurtarabilir, bu güzel, doğal yaşamlarımız sadece Çeşme ve Alaçatı’da instagram anısı olarak kalır…Kazıklanmak olarak algılıyorsanız eğer, sadece şimdi Alaçatı'da olduğu gibi, bundan böyle her yerde bir bardak içme suyuna bile ödediğimiz para bizi kazıklar hale gelir...(Burcu)