Sunday, December 3, 2017

ARALIK

Yılın sonu Aralık. Yeni yıla aralanan bir kapı. Çokça umutla aralık bırakılan bir zaman dilimi. Soldan sağa 6 harfli, yıl içinde sırası 12 ama, aylar arasında hep son denileni. En sevdiği renk kırmızı, en sevdiği şarkı "Jingle Bells". Burcu Yay yükseleni Oğlak, gezegeni ümit dünyası Neptün. Aralık ayının çalışkanı bankacı ve turizmciler, sabredeni muhasebeciler. Ayın en çok gezeni Santa Clause, hayvanı da ren geyikleri. Ayın şanslısı tatil yapan hristiyanlar, kazananı başta Nimet abla ve sonra tüm esnaflar. Aralık ayının iletişimcisi WhatsApp, PR'cısı Instagram. Ayın aşığı 'kalp gözlü emoji', kaybedeni ters yöne doğru 'dans eden kırmızılı kadın' emoji.  Ayın yıldızı parlayanı evdeki janjanlı çam ağacı, düşüşe geçeni renkli sonbahar yaprakları. Ayın hiti tartışmasız "Last Christmass", çıkış yapan grubu hala Wham. Ayın içkisi sıcak şarap, sarhoşu tüm Almanlar. Ayın iklimi kar yağışı, simgesi de kristal tanesi. Ayın meyvesi elma ve portakal, mottosu "sevgilim bu ay bari yanımda kal". Ayın hibe edileni ümit, O'na en çok yakışan kelimesi ise rastgele...

Rastgele gerçekleşen hayallerimize, yola çıkmış yüreğimiz ağzımızda beklediğimiz iyi haberlere, kendimizi bulduran işlere, elden ele doğru kişiye ulaşan özgeçmişlere, şifa veren ellere, arka veren arkadaşlara, hep yanımızda biten dostlara, kulağımızın pasını silen bir çift tatlı kelama, sakinleştiren laflara, sıcacık bakan bakışlara, sabrın sonu selametlere, bin berekete, milyonlarca umut kapısına, su gibi keyifli geçen zamana, başarılı projelere, gününde biten işlere, sevimli müşterilere, balya balya satışlara, anlayışlı yöneticilere, özverili çalışanlara, zamanında ödenen çeklere, ay sonunda ödenen maaşlara, gün sonunda alınan yevmiyelere, bizi besleyen kitaplara, ilk defa sahne alan oyunculara, düşündüren oyunlara, güldüren filmelere, sorgulatan sergilere, verimli hasatlara, doğa dostu üretimlere, sürdürülebilir markalara, Afrika'nın tüm ücra köşelerine ulaşan temiz suya, karnını her gün doyuran insanlara, ana babaya kavuşan sahipsiz çocuklara, sağlıklı doğaya, ağız tadı ile kalkılan sofralara, yeni keşfedilen bağlara ve şaraplara, sağlığa kalkan rakılara, bir yürek taşımı heyecanı paylaştığımız kahve aralarına, derin muhabbet ettiğimiz tıngırtılı çay saatlerine, birlikte eğlendiğimiz anlara, birbirimizi anladığımız zamanlara, kalbimizi çarptıran sevgilere, bulutların üzerine çıkaran aşklara, güven veren sevgiliye, sadece üstümüzde olan çapkın bakışlara, bağışlanabilecek hatalara, cevabını aldığımız mesajlara, sevinçten Plüton'a fırlatan aramalara, gülmekten öldüren şakalara, egoyu tavan yaptıran iltifatlara, takla attıran tekliflere, dans ettiren müziklere, yerinde duran geri gitmeyen Merkür'e, şansımızı döndüren Jüpiter gününe, Mars'tan gelen erkeklerle Venüs'ten gelen kadınların Venüs saati ile güzelleştiği ahenkli dünya saatlerine, Pazartesi'den Pazar'a bozulmayan diyetlere, yulaf yerken Karatay'dan fırça yemediğimiz günlere, kalçamıza yapışmayan tatlı krizlerine, doğalını bulamasak da organiğini yiyebildiğimiz gıdalara, gezen tavuklardan daha çok gezip keşfettiğimiz haftasonlarına, sevgilimizle elele 10.000 adım yürüyüşlere, nasiplendiğimiz kimyasalların kimyamızı bozmadığı, kimyamızın tuttuğu birlikteliklere, beraberken bir olabildiğimiz sevdalara, masalımıza inanan sevdalıya, hayatın masal olduğu bir ömüre, ömrümüzü geçirdiğimiz hayat eşine, birbirine eş olmayan daha mutlu günlere, saatleri kovalamadığımız akıp giden ders saatlerine, anda kaldığımız meditasyonlara, ayağı yere basan olumlamalara, geç kalmadan verilen karşılıklara, iş işten geçmeden atılan adımlara, zamanında verilen kararlara, yerinde verilen sözlere, tutmak üzere edilen yeminlere, mevsiminde çıkılan seyahatlere, kazasız belasız alınan yollara, ülke ülke gezilen gezilere, sınırların olmadığı bir dünyaya, birliğin barış sağladığı bir evrene, dirliğin sevgi getirdiği bir yeni yıla rastgele... 

Tuesday, November 28, 2017

ESKİ ve YENİ

Her gün aynı sokaktan geçerek sürdürülen yaşamlar,
Yenilenmeden eskimeye terk edilmiş evlerin arasından geçerken yeni telaşların içinde olanlar,
Doğan güneşle yenilenen türlü dertlerle boğuşup,
Akşam evine hep 'yeni ne pişirsem' telaşı ile dönen kadınlar,
Her yattığında geceye uyurken,
Hep yeni günün kaygısını taşıyan adamlar,
Çocukken hayallerini gezdirdiği sokaklardan,
Gençliğinde aşkın ateşi ile yüreği ağzında salınanlar,
Dün hayat gailesinde olup, bugün yaşlılığında sokağı yavaş adımları ile voltalayanlar,
Her gün yeni ve çeşitli yaştan duygularla yıpratılmış yuvalar,
Sesleri kaldırımlara karışan hayatlar,
Hayatlarda aynı insanların yıllarca yaşadığı yeni yeni yaşamlar,
İnsanın eski demeye ne kadar hakkı var?
Bugünün yeni gıcır gıcır binalarının arasında benzer ruh hali ile tekdüze bir yaşam sürdüren insanların hayatlarında yeni olan ne var?

Antakya - 2009

Saturday, September 9, 2017

9 Eylül

9 Eylül, İzmir'in Türk Cumhuriyeti'ne katılışı, düşman işgalinden kurtuluşu kutlu olsun 💙🇹🇷Atamızdan miras İzmir'imin yönetim şekli Cumhuriyet, daimi Cumhurbaşkanı ATATÜRK, rengi denizleri gibi mavi, simgesi özgürlük, müziği çeşitlilik, ilkesi hoşgörüdür. Izmir'li olmanın rahatlığını, güzelliğini, özellikle şansını ve ayrıcalığını 26 yaşımda yurt dışında, diğer illerden de gelen Türkler ile yaşamaya başladığımda anlamaya başladım. O günden beri de Atatürk'e ve Allah'a İzmir'li doğduğum ve özgürce, rahatça, sevgi ve hoşgörü ile büyüdüğüm için şükrediyorum. Din, ırk ve mezhep ayrımı yapmadan, oğlan veya kız diye ötekileştirmeden, herkesi insan sevgisi ile arkadaş bilerek büyüdük biz İzmir'de. Herkesi olduğu gibi, kucaklayarak ve fazlaca sevmek hep İzmirlilik'ten. Aile arasında bile birbirlerine sarılmadan mesafe ile selamlaşan İstanbullu'lara 'yapmacık' veya 'gereksiz samimi' gelsek de, biz hala ilk tanıştığımız insanı bile öpüp sarılarak bu samimiyetimizi devam ettiririz. Bu bize yaftalananın tersine, "ben önce seni olduğun gibi hoş görüyorum, sen sonra istediğin gibi davran bana" anlamına gelir. İşte İzmirliler arasında haliyle hoşgörü böyle gelişir. Bizi yadırgayana da, uzak durana da 'eyvallah' deriz. Ne de olsa çok şükür sevgiye, hoşgörüye muhtaç değiliz. Ayrıca biz İzmirliler fazlaca özümüzde böyleyiz, değişemeyiz. İşlemiş bir kere ruhumuza rahatlık ve özgürlük, zaptı rapta gelemeyiz. Her tür yargılanmaya karşı tek cevabımız olur, "napalım, başka türlü bilmiyoz, biz İzmirli'yiz". Sonradan satın alınabilecek birşey olsa şu izmirlilik, vallahi böler yarısını feda ederiz, inanın vitrinde bekletmeyiz. Çünkü bakışımız, aklımız, vizyonumuz gibi gönlümüz de geniş; ne de olsa Atatürk'ün gençleriyiz...Bu kadar beyin göçü vermişken bile başka iller gibi makarna ve nohuta oy vermeyiz, zaten biz daha çok ot ve sebze yeriz...Dünyayı dolaşıp, kalbimizi çalsa da birçok şehir, biz yüreğimizi ancak İzmir'e teslim ederiz. Hatta ömrümüzün sonuna dek dolaşıp binlerce cumhuriyet de tanısak, biz illa ki İzmir deriz. Çünkü biz Atatürk'ün Cumhuriyet'inden başka devlet bilmeyiz...Evrenin en güzel köşesinde son nefesimizi vereceğimizi bilsek yine de 'beni İzmir'e gönderin, orada gömün' deriz. Çünkü ruhumuzun sonsuza dek ısrarla tekrarlayacağı, 'iyi ki İzmirliyiz' demektir... 💙💚❤️🇹🇷

Tuesday, July 11, 2017

Enstagram Çeşme, INstagram Alaçatı

Eskiden Çeşme gerçekten Türkiye'nin incisi, nerdeyse sadece İzmir'in arka bahçesiydi…Şimdi kendi bahçemizi bize dar edenlere 'izin verenler, çanak tutanlar' utansın, hatta hepberaber utanalım...
Memlekete ehemmiyet veren, doğaya saygısı olan vatandaş kalmadı ki, ne bekliyoruz? İnsanlığa arz olmayınca, talep kalmıyor haliyle.

Herkes hayattan geçerken cebini nasıl doldursun, nasıl daha "en" yaşasın derdinde. Sanki öbür tarafta seni alkışlarla konfetilerle karşılayacaklar “gel buraya geeel en havalı yaşayan, en çok para harcayan seni seçtik, geç cennetin en güzel köşesine de soluklan, sonra da anlat bakalım hangi ahtapotun kazığını, hangi çivi gibi soğuk beach'te çıkarmaya çalıştın?' diye sorguya çekecekler, denize girmeye bile üşendiği için o kazıkla bir ömür yaşayan İstanbullu'lara :) 

İstanbulluya laf ediyorum ama sadece İstanbullu olsa keşke. Birçok İzmirli de artık yavaş, mütevazi, kendi halinde, sıcaktan bayılmış, dur bir önümdeki denizime gireyim de kendime geleyim, balkonumda demleneyim de keyifleneyim tarzı sakin "İzmir style" yaşamını terkeder oldu. Öyle bir "EN" modası sindirdiler ki hayatlarımıza, özellikle Çeşme'nin her bir köşe bucağına, tüm yaşamımız 'ENstagram' tadında şimdi. Haliyle İzmirli modern, İzmirli hiçbirşeyden geri kalmaz, İzmirli en iyisini yapar, İzmirli hoşgörülü diyerek esneye esneye tüm en’lere ayak uyduruyor hem de bu en’lemelerin çoğalmasına bir güzel izin veriyoruz. 

Çeşme çarşı'da, hatta Aya Yorgi kavşak ayrımında bana göre en iyi dondurmacılar dururken, Alaçatı Dondurmino'da yemezsek İstanbul'a döndüğümüzde yüzümüze bakmazlar, beyaz yakamız zedelenir eyvah! İsmi Mustafa Cecelli'yi çağrıştıran Hacı Memiş'de takılıp instagrama story atmazsak, ya İstanbul'a dönünce ortamdan dışlanırız falan, mazallah. Burnumuzun dibindeki koya girmek varken, para bayılıp, 15 dk. güneşin altında yürüme mesafesi olan 'before sunset'te takılmazsak 'corporate' hayatım bir ‘looser’ olarak devam eder aman aman...

30-35 sene önce Çeşme’de tüm sokaklarda lamba varken, Alaçatı sokaklarında sokak lambası olmadığı için, misafir kaldığımız eve hava kararmadan, annelerimizin elini tutarak çamlık yoldan geçip koşa koşa giderdik. Yine aynı zamanlarda Ilıca, Dalyan, Çeşme ve Paşalimanı Monaco’yu, Nice’i andırırken, çocuk başımıza gece yarılarına dek rahatça dolaşabilirken, 15 sene öncesine dek sokakları kapkaranlık ve tezek kokularından geçilmez Alaçatı köyüne haliyle itibar edilmezdi. Yani, ne kadar ordan arsa ev almadık diye kafamızı o taştan bu taşa vursak haksız değiliz. Sezen’in Alaçatı’dan ev alması ve Beyaz’ın 2000’lere doğru Yıldızburnu’ndaki güzelim bir evi Paprica’ya dönüştürmesi ile başlayan rant bugünkü ürkütücü boyutlara taşıdı ne yazık ki Çeşme’yi bana göre.

Ürkütücü yanı, Alaçatı’daki pahalı, belki erişilmez gelen ‘Istanbullu tarz’ değişim değil. İzmirli'nin zaten sahip olduğu bu güzellikleri, süsleyip altın tabakta sunan İstanbullular'dan satın alabilmek uğruna beyaz yakalarını zor bir araya getirip yaşamaya çalışması da ürkütücü değil, kişinin özeline kalmış. Kaldı ki İzmir’li güzelin, keyifin her halini sever, para harcamaktan çekinmez, mezara da saklamaz, hatta çoğu İstanbullu bile bu yaşama zaten sezonluk yetişebilirken, bu abes bile kaçmaz. Ürkütücü yanı daha çok İstanbul’da yaşayan İzmirliler için olsa gerek. Üzerine sinmiş "en iyi şekilde çalışır, en iyi şekilde yaşamayı hakeder İstanbullu corporate" tavrı ile tüm yapılacaklar listesine 'check' atmak istemekle, kendi öz Çeşmeli halini yargılamak arasındaki sorunsalla boğuşmak, 'ENstagram style' hayatının sınırlarını belirlemek. Yani öz Çeşmeli kimliğine sınır çekmiş hızlı İstanbullu yaşamının, kendine Çeşme ve Alaçatı’da yaptırmak istedikleri ile, sürekli eski İzmirli tarzı yaşamından aldığı keyifi karşılaştırmak. Çeşme çoktan elden gitmiş, İstanbullular Alaçatı’yı ekmek arası yapmış eller havada koparken, hala beyninde Çeşme asıl biz İzmirlilerindir fikriyle avunmak. Beyin yeteri kadar yanmamış gibi, hatta İzmir’in gölgede 40+ sıcağı yetmezmiş gibi, beyne sürekli flashback darbeler vurmak. “Eskiden Ilıca’da daha mutluyduk, tüm kumsallar, dalgalar bizimdi, üç kuruş parayla Ilıca’da elde dondurma, sırtımızda merserize kazakla akşamları yürürken çok havalıydım, sanki Çeşme daha boştu, daha güzeldi…”. gibi. Türkiye’de doğru düzgün burgerci yokken, Çeşme’de Asburger’e gidebilirdik. Hatta kumru yerken Ferdi Tayfur yanımıza oturup “bu tatlı çocukların kumrusu da benden, bir de yanında coca-cola” diyerek, Çeşme’de misafir kimliğini çok benimsemiş, hatta bizi onurlandırmıştı. Düşünsene 11-12 yaşındaki bir çocuk için ne acayip olaydı, deli gibi mutluyduk, hatta Sibel Can’la hep Bonjour’da dondurma alırken karşılaşırdık, her seferinde boyu benden kısa diye sevinirdim. Altın Yunus’ta Neco’nun kızı Zeynep’le yazdan yaza çok samimi arkadaş olduğumu hatırlıyorum. Onlar hep misafir, saygılı, bizse hoşgörülü ev sahibiydik. Çünkü Çeşme İzmir’deydi. Onlar yazdan yaza gelirdi. Hakeden bizdik zannımca. Memur anne ve babalarımızın maaşı ile tüm en’lere rahatça yetebildiğimiz, bizim yazlık yerimiz, normalimizdi. Şimdi ise enstagram hayatlarımızda, hepsi ’tarz’, birçoğu anormal oldu. Kımsen Alaçatının meydan sokakları, Çeşmeli’lerin, Hacımemiş misafirlerin, Çeşme Marina ve geri kalan da yazlıkçılar tarafından sahiplenildi. Artık Çeşme ve Alaçatı sokaklarında karşılaşan ünlü ve yerliler, bırakın hoşbeş etmeyi, fotoğraf çektirip anı olarak saklamayı, dirsek dirseğe ‘survivor’ tadında çarpışıp, az ilerdeki 2 kişilik boş masayı kapmaya çalışıyor. Çeşme, İzmir’in sadece arka bahçesi değil, hayallerimizin de gerçekleştiği, özgür hissettiğimiz ve yaşadığımız en tatlı, en mavi, en serin, en huzurlu yerdi. Çeşme bizim için yazın 2-3 ay mutlu olduğumuz, ama bir sonraki yaza kadar artan bir mutluluktu. Şimdidekiler için olduğu gibi sezonluk değildi. Çeşme eskiden aslen İzmirlilerindi ve çok güzeldi de en kötü ne olabilirdi? 

Kabul, Çeşme’nin tümünde eskiye göre daha entegre, çok daha iyi, keyifli, düzgün ve kaliteli bir sunum ve hizmet var ama daha kötü ve ürkütücü yanı, dışardan gelen birçoklarının sırf ‘en olmak’ için, belki bu mekanlarda ‘check-in’ yapmanın bile hayattan keyif almanın, hatta bunu dışarıya göstermenin ‘en kolay’ yolu olduğunu sanması. Kredi kartlarını şişirip 6 ay taksite bölerek sezonluk ‘enleri yaşamanın’, ‘en hızlı’ Çeşme’li olabilmek olduğunu sanması. Çeşme’li olmak aslında her İzmirli’ye bile kolay kolay nasip olmazken, haftasonları Alaçatı’da, Ayayorgi’de takıldığı ‘beach club’a türk filmindeki gibi mini bavulu ile gelmeyi, minderlerinde yayılarak denize girmeden kostümü ile güneşlenmeyi, sunset party’de bir kilo takı ve makyajı ile, topuklu ayakkabıları üzerinde durmaya çalışmayı, veya ‘bromance’ leri ile birlikte, kirli sakalları ve gevşek gülümsemelerine rağmen, 9 ay allah ne ‘dumbel’ verdiyse basılmış göğüs kasları ile hatun avlamayı, 2-3 aylığına bile olsa Çeşme’li olmak sananların cüreti, ve bunların en’leştirdiği, beraberinde yaydığı bu akım (kültür diyemem) ürkütücü. Etrafa sahte enleşmiş sezonluk enerji yayıp, İzmirli’lerin, Çeşmeli’lerin bu enerjiden mutluluk adına nasiplenmeye çalışmasını görmek ürkütücü.

Halbuki Çeşme’li olmak, güneşlendiğin o iskelenin ilk özelliğini, midyesinin tadını bilmektir. Eller havada koptuğun mekanı kendi aranda 3 kuşak önceki ismi ile anmaktır. Boyoz’un, sakızlı kurabiyenin en iyisinin en çok check-in yapılan Alaçatı fırınında değil, Yıldız fırından çıktığını bilmektir. Karadut deyince çarşı içindeki rum pastanesinin akla gelmesidir. En güzel kumrunun çarşı içindeki fırından ilk ezan okunduktan sonra dağıtılmaya başlandığını bilmektir. Hatta günümüz rantçılarına dayanamayıp, kapandığına üzülmektir. Tek meşhur balıkçının Dalyan’dan ibaret olduğu bakir günleri de sevebilmektir. Bir gecede 20 ünlüyü İstanbullu'lar bile göremezken, Çeşme kalesinde, battaniye altında Temmuz gecesi soğuğuna rağmen sonunda dek, çocuk halinle uyumadan izleyip tarihe geçmektir. Kumrucu Şevki’nin asırlardır böyle İstanbullu babadan görme gibi çok şubeli olmadığını, ilk günlerindeki küçücük büfede kumru yaptığını, o kumrumun kömürlü tadını hatırlamaktır. Çeşme’de bir açık hava sineması olduğunu bilmektir. O sinemada çiğdem çitleyerek Tarık Akan’ı izlemiş olmaktır. Asburger’deki antik guntik bardakları kampa taşımaktır, sonra herkesin bardağı birbirine karışınca kahkahayla gülmüş olmaktır. Çamlık yolda ıssızlıktan korkmaktır. Quente değil, Vekamp’tan koli basili oranını düşünmeden denize girmektir. Ilk teknik Süzer disko’ya gitmiş olmaktır. Ilıcalara gitmektir. Yan gelip güneşlenme yeri değil, aksine Yıldızburnu’nda rüzgarın azdırdığı dalgaların içine atlamaktır. Seaside’tır, surf merkezidir Alaçatı, antika pazarıdır gerçek Çeşmeli için. Bir elin beş parmağını geçemeyecek kadar az otelin olduğu, Altın Yunus’un havuzuna sızarak girmenin heyecanı demektir. Bonjour’un sadece dondurma sattığı günleri bilmektir. Radisson ve civardak ultra lüks villalar yokken çadır kampta hayatının en güzel çocukluk günlerini geçirmiş olmaktır…Bu günleri 40 yaşında bile hatırlayıp hala mutlu olmaktır, herşeye rağmen Çeşme’yi sevmek demektir. Çeşme’li olmak asla paranla veya harç borç, sezonluk, kendini mutlu olmaya zorlamak değildir. Gelenlerin haftasonu 5-6 saat takıldığı beach club’lar yokken de, bugünkü Alaçatı mekanlarında takılmazken de, hiçbir yerde check-in yapmadığımız, hiç bir anını instagramda paylaşmadığımız, ama Çeşme’de kendi evimizde, birbirimizden çokça haberdar, kendi sahilimizde tavla oynadığımız zamanlarda da Çeşme’ye gönül vermiş olmaktır.

Çeşme’deki kalabalığa, fahiş fiyatlara, Alaçatı’daki her yönden en’leşmenin doğurduğu boğuculuk bir yana dursun, bence en ürkütücü olan plajların, sahillerin ranta kurban gitmesi ve bu plajların şu an sadece İstanbullu'lara göre hizmet vermesi. Şu anki Çeşme ‘pure Istanbul-made’. Sadece fiyatlar ve kalite değil, muamele de Istanbullu’lara göre. O dediğim beach'lere dedikodunun aksine "34 plaka BMW, Mercedes" ile de gitsen, yan siteden giriş yaptı diye sokmak bile istemiyorlar. Yan sitedekiler Istanbullu da olabilir halbuki:) Hadi elin yüzün düzgün şansın varsa, seni 2. sınıf kısma alıyorlar. Tabi oraya saf, rezervasyon almak gereği duymayan İzmirli kafamızla giriş yapmak istememizden oluyor biraz da bunlar, İstanbullu corporate kimliğimizle gitseydik herşey bambaşka olacaktı... Lobine göre muamele görüyorsun. Bu kadar net. Kendi kasabamda, 5 sene öncesine kadar "kum koy" dediğim yerde bedava, gerine gerine güneşlendiğim, yüzdüğüm koya adam beni paramla almak istemiyor. “Daha EN'i de olur ama ötesi var mı bunun?” diye sorarken, daha da ötesi oldu ve, numune olarak kalan, bu seneye dek ‘beach club’a dönüştürülmemiş birkaç koydan biri, kendi koyumuzda da denize rahat giremez duruma geldik. Eli silahlı mafyalarla uğraşmak da varmış kısmette. O yüzden daha ötesini ne sormak ne de düşünmek istemiyorum. Yasal itirazlarla uğraşmak, ranta çanak tutan bir memlekette deveye hendek atlatmak kadar zormuş, şu an tecrübe ediyoruz. Ne çevre bakanlığı, ne savcılık, ne belediye, ne de çevre il müdürlüğü olaya hakim olarak müdahele edemiyor. Yazın ortası geldi, geçiyor bile…

Kıyı ve plaj sorunu bir yana. Yine de bu bir dağdan gelip bağdakini kovma meselesi değildir bana göre. Çünkü, ne bu bağ artık sadece biz İzmirlir'lerin ya da İstanbullu'ların, ne de bu kaliteli ve keyifli ortamları sunan insanlar dağdan inmedi, nereli olursa olsun. Çeşme artık onu hakedenin. Küreselleşen dünyada, insanların kuş misali haftada 3 ülkeye konduğu, oralarda yediği içtiği, nasiplendiği, kelebek kanat çırpsa intagramdan anında haberdar dünyada, kaldımı ne yazık ki orası burası. Ama elbet ilk yerleşenler olarak bizler ev sahibi, haftasonu ve tatilde gelenler misafirdir her zaman. 
Yalnız şu var ki, bu gurmecilik ve işletmecilik işinin beyni Istanbul, ve Çeşme’deki bir kaç istisna dışında nerdeyse tüm işletmecinin halihazırda yıllardır işlettiği mekanları var İstanbul’da. Adam tecrübeli, zemini, arkası sağlam. Alaçatı’daki bir çok restorantın ve beach’in şefi ödüllü, sadece Istanbul’da değil, yurtdışında bile tanınmış isimler. Gurmeler her yarattıkları tadın peşinde, yeni açılan mekan için, yaptığı 3 gr. sosu tanıtıp instagramda paylaşmak için İstanbul’dan 2 saatliğine uçağa atlayıp geliyorlar. Bu şef ne kadar sosyal medyada tanınırsa, bu Enstagram yaşamlarımızda o kadar ‘en’oluyor, o kadar çok kazanıyor, bu adamın ekmek teknesi de bu. Hal artık böyle. Yersen…
Bu şeflerin İstanbul’daki restorantlarında veya çalıştıkları mekanlarda yemek yemek isteseniz, zaten bu rakamları ödüyorsunuz. Adam niye İstanbul’da talep ettiğinden daha az talep etsin ki Alaçatı'da? Nasılolsa gideri var. Belli bir pazar oluşmuşken, İstanbullu, birçok İzmirli’nin yapamadığını yapmış arz talep dengesini oturtmuşken, niye bu altın yumurtlayan furyayı bitirsin ki? Arz bu, sen talep edersen. Evet adam Yunan adalarındaki gibi denizden tuttuğu kalamarı, ahtapotu sen ısmarlayıp açlıktan miden yapıştıktan sonra ağır ağır, kafana çarpar gibi tabağınıza atmıyor, ama kimbilir kaç gün çalışıyor üstünde o damak lezzetini yaratabilmek için. Hatta Yunan adalarındaki gibi garsonu bir kere görmüyorsun, boğazın patlamıyor bir daha masaya gelmesi için, uyuya kalmıyorsun bir kahve içmek için, kimbilir kaç işçi çalıştırıyor yanında bu hizmeti ve istikrarı sağlayabilmek adına. Hatta, sadece İzmirli, Çeşme’li veya yazlıkçı gözü ile de bakmamak lazım bu olaya. Ya da ne harcadım ne aldım dengesi kurmaya çalışmak Çeşme ve Alaçatı örneği için bence geçersiz diyelim. Dolayısı ile, tüm Alaçatı ve Çeşme gurme piyasasını Yunan adalarındaki ‘tek kalite, düz denizden tabağa’ sistemi ile kıyaslayıp, ucuz veya pahalı demek, ardındaki vergi vs. gibi gereksiz bahanelere sığınmak hem yersiz, hem de ölçüsüz kalıyor. Sonuçta Alaçatı, Dalyan balık pazarı orada duruyor. Git al balığını pazarından, mangalında pişir, terasında, bahçende İzmir tarzı demlen. Karşında da Yunan adaları, kalkıp gitmene de gerek yok, içip içip efelen…Ama bence efelendiğin, Çeşme’yi Çeşme yapan veya Alaçatı’yı ekmek arası yapan İstanbullu’lar olmasın. Kendi insanlığına, İzmir rahatlığına, vurdumduymazlığına da efelen…

Bu küreselleşen enstagram dünyamızda, ‘global insanlarlar’ olarak, ırk, din, mezhep, coğrafya ayrımı yapmıyoruz madem, insan olarak ayırmadan sahiplendiğimiz kavramların başında doğa ve çevre bilinci de gelmeli. Çeşme'de deniz kirlendi, bunu İstanbullu’lar mı yaptı? Lady Tuna'nın ham petrolü, deniz dibindeki kum ve kayalara yapıştı ve sıcaklık arttıkça, en güzel Ildırı, Paşalimanı ve Ilıca plajında su yüzüne çıkıp milletin orasına burasına yapışmaya başladı. Fotoğraflar her yerde. Böyle bir fotoğraf Avrupa'da veya Amerika'da bir yerde yayınlansa, tüm dünye çevre örgütleri ve halk ayağa kalkar. Sözde yüzeyden yetersiz ekipmanlarla temizlenen denizi temiz sanan Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Selahattin Saran, bu plajlardaki denizden alınan su örneklerinde, sağlığı tehdit eden birçok değerin sınır değerin 300-500 kat üzerinde olduğundan hadi bi haber, DEU’nin akredite laboratuvarına yaptırılan analiz raporunu da alıp okumamış. Değerli hocam Küçükgül’ün raporundan alıntı yapmam gerekirse “Ham petrol ve türevleri miktarı 1,495 mg/L çıktı. Oysa sınır değer 0,003 mg/L’dir. Yani sınır değerin binlerce katı fazla. Aynı numunede fenol miktarı 0.27 mg/L olarak ölçülmüştür. Bu maddenin sınır değeri de 0,001 mg/L’dir”. Yarın öbürgün “Çeşme’de denize girdim aman hastalandım, kör oldum, kanser oldum, ölüyorum, bitirdiler Çeşme’yi” dediğinizde, bunun suçlusu Alaçatı’daki Istanbullu işletmeci mi? Bayramda kesilen ve haftalarca devam eden su kesintisinin sebebi kim? Günlerce toplanmayan, artık kompostlaşmaya başlayan site çöplerinin yaydığı sağlıksız gazları, kötü kokuları da mı İstanbul’lu işletmeci basıyor etrafa? Ya da tali yollardaki otları da mı İstanbullu’lar kötü amelleri ile ördüler biz evimize gidemeyelim de Çeşme onlara kalsın diye. RES’ler gece boyu bizleri uyutmazken, etrafta canlı bırakmazken, bunları oraya İstanbullu İşletmeciler mi dikti ek gelir kazanmak için? 
Harika bir çevre planına sahip, ekosistemin hiç bozulmadığı nadide bir belde de sanki Çeşme, tüm plajların mavi bayrak olduğu örnek bir belediyeye sahibiz de, geriye Alaçatı’daki mekanlarla kalamar, ahtapottan ve cacıktan başka yemek bilmeyen Yunan restorantlarınının fiyat, kalite ve vergi kıyaslaması kalmış…Neyi zeytinyağında kızartsan, neye zeytinyağı ve beyaz peynir katsan zaten lezzetli oluyor. Maksat karın doyurmaksa, ekmek arası peynir de karın doyuruyor, hem adalarda, hem Alaçatıda..
Sahi nereye gidiyor bu belediye’nin İstanbullu işletmecilerden aldığı vergiler??? Bence bu soruları çok daha sık sormalıyız kendimize. Onca mekanın vergisi ile Çeşme Belediyesi acaba ne yapıyor diye? Bir kaç artezyan daha açamıyor mu da millet 3 haftadır tuvalet bile temizleyemiyor? 1999’da benim bile (düşünün o zamanki teknolojiyi) kimbilir kaçıncı kez projelendirdiğim içme suyu hattı, onaya rağmen hala niye Tahtalı’dan öteye, evlere çekilemiyor? İzmir’de bu kadar atık toplama merkezi varken, belediyenin yoğun günlerde ek sefer koyacak veya taşeron toplama şirketlerine verecek hiç mi mali kaynağı yok? Bu soruların cevaplarını iyice düşünüp, ona göre efelenmek gerek. Oturduğumuz yerden, “Çeşme çok kalabalık, dışarı çıkamaz olduk” demek kolay ama, yaşanacak bir Çeşme kalmadığında, ev sahibi olarak yüzmek bile istemeyeceğimiz denizin kalmaması beni asıl ürküten. Misafirleri suçlamakla Çeşme kurtulmaz. Adı üstünde misafir, yarın senin Alaçatın, benim Çeşmem bittiğinde, eyvallah der gider kendine başka bir yerde Alaçatı yaratır, İstanbul’lu açılışa yetişir de, biz İzmirli rehavetinle kapanışına dahi üşenir gidemeyiz bile…
Tamam, rant peşinde koşan belediye ve bakanlar işbirliğinde yasal hak aramak çok zor, bu ülkede herhangi bir şeye itiraz etmek neredeyse imkansız, elinde onaylı raporun belgen dahi olsa tek başına çıkılamayacak kadar çetin yollar ama, en azından bizim şu an kendi Çatalazmak/Gücücek koyunda yaptığımız gibi, birlik olarak bu çevre katliamlarına, şiddet göstererek değil ama şiddetle yasal haklarımızı elden bırakmadan hak aramaya devam etmemiz bile bu şu an doğa katliamcılarını rahatsız ediyor, işletmelerine engel oluyor, en azından utanmalarını sağlıyor,enleşip öteye gitmelerini önlüyor. Utandırmazsak, daha çok utanacak hale geliriz ki bizi ne efelenmek ne de bu güzel İzmir kafası kurtarabilir, bu güzel, doğal yaşamlarımız sadece Çeşme ve Alaçatı’da instagram anısı olarak kalır…Kazıklanmak olarak algılıyorsanız eğer, sadece şimdi Alaçatı'da olduğu gibi, bundan böyle her yerde bir bardak içme suyuna bile ödediğimiz para bizi kazıklar hale gelir...(Burcu)

Thursday, March 9, 2017

40


40 olmayı çok bekledim, çok özel bir yere koydum. Hayatın 40'ta tekrar başladığını sandım. 40 olan sevdiklerimi elimden geldiğince özel ve güzel bir şekilde kutladım, çünkü birinin 40'ında yanında olursam ömrünün sonuna kadar yanında kalacağıma inandım. Sanırım pek de yanılmadım. 40. doğumgününde yanında olmamı isteyen sevdiklerimi ben de kalbimde ayrı bir yere koydum, istemeyenlere, es geçenlere de bir güzel gönül koydum. Kendime ailemle ve kalbimdekilerle beraber kocaman 40. yaş kutlama hayalleri kurdum. Son 5 aydır malum, daha çok farkettim ki insan kendini tam hissettiğinde hayalleri de tastamam, mutluluğunun ancak o zaman 40'ı çıkıyor. Sevenleri değil sadece, kalbindekileri de yanındaysa o hayalin bir anlamı kalıyor...

Anladım ki 40 demek, bugünü görmeye şükrederken biraz da kaybederek artmaya alışmanın, kaybettiklerini ömür boyu kalbinde taşımaya, o hiçbir zaman bırakmak istemediğin, bundan sonra hep kalbinde kalacak ağırlıkla yaşamaya alışmanın zamanı. Ve ne yazık ki bu ağırlıkların giderek çoğalmaya başladığı zamanlar. Yerine gelen eş değerleri kalbine kabul ettirip, yaşamına uydurmaya çalışmanın zamanları. Aslında insanın yorgunluğunun yaşlılığa dönüşmeye başladığı yaşları. O yüzden 40'tan sonra insan bir ağırlaşıyor demek. O yüzden yaşlanmadım yaş alıyorum der bazıları. 
Kısaca, kalbindekileri taşıyabildiğin kadar, azalanların yerine eş değerleri sığdırabilmeyi becerdiğin kadar varsın. Kalbin ne kadar hafifse o kadar gençsin bu yaşamda. Ve hepimiz aslında kalbimizin becerdiği kadar yaşıyoruz bu hayatta.
İnsan yüreği kadar mı yer kaplar evrende gerçekten henüz bilmiyorum, ama kalbimiz kadar var olduğumuz gerçek bu dünyada.  

40'ıma dek ne yaptıysam kalben yaptım.  Sevdiysem tüm kalbimle, herşeyimle sevdim ve sevdiğim hiç birşeyin, hiç kimsenin yanlış olduğunu düşünmedim. Güldüysem, konuştuysam, çalıştıysam, ürettiysem, yemek yaptıysam, fedakarlık ettiysem, yardım ettiysem, kızdıysam, küfrettiysem, üzüldüysem, alındıysam da kalben yaptım. Sevmediğim hiçbirşeye ve hiç bir işe, hiç kimseye allah karakterime zeval vermesin, asla katlanmadım. Kalbimin almadıklarına asla boyun eğmedim. Sevdiğimi yeri geldi söyleyemedim ama sevmediğimi çok net dile getirdim, yalakalık yapmadım. Yine de kalbime toz kondurmadım.
Kalbime 40'a doğru daha çok değer verdim. O yüzden mümkün mertebe beni üzenleri ve arkamdan iş çevirenleri, yüzüme gülüp arkamdan sadece çene kaslarını geliştirenleri, kısaca kalbimi hak etmeyenleri, sadece facebook listemden değil, anında hayatımdan çıkardım, ya da onlardan ivedi şekilde uzaklaştım. 20'li yaşlarda arkadaş kaybetmekten, hal değiştirmekten korkarken, tersine 40'a doğru kalbimin almadığı insanlarla takılmamayı hatta ilk celsede arkadaşsız kalmayı, ev ev, ülke ülke, şehir şehir dolaşıp birçok işte çalışmayı, keyfe keder seyahat etmeyi, kalbimin almadığı adamsılarla birlikte olmamayı, ruhumun ikizini değil ama kalbimin özeşini bulmadan biriyle birlikte olmamayı veya evlenmemeyi, bir ruhu 35'imi geçmeden sırf kendi keyfim için günahına girip, hatta adet yerine gelsin diye insan deneyimine sokmamayı, yeri gelince kıl olmayı, gıcık olmayı, kilo vermeyi, kilo almayı, kendime bakmayı, salmayı, evde günlerce oturmayı bunalmayı, aşırı gezmeyi tozmayı, vefalı, vicdanlı olmayı, canım isteyince acımasız olmayı, üzmeyi, kırmayı, lafı özellikle gediğine koymayı, kalbim ezilip paramparça olurken birine posta koymayı, bizzat kalben ben yaptım, o yüzden hepsini layıkı ile yaptım.

Madem 40'a yaklaşırken anladım ki ben kalbim kadar varım. Kalbimi açmaktan utanmadım, kalbimi ortaya atmaktan müthiş haz aldım. Hatta koşulsuz sevmenin herkese nasip olmadığını idrak ettiğim günü kalbimin doğumgünü ilan ettim. Tüm kalbimle sevebilmenin meziyet olduğunu ben ancak 40'a doğru anladım. "Ama canım sen de çok duygusalsııııınnn" diye beni yıpratmaya çalışırlarken, bunun iş yaşamımda bile nasıl bir hazine olduğunu bildiğim için ben aksine iki kat keyif aldım :) Çünkü, şükür ben bugün ne olduysam, Allahın bana verdiği bu çok duygusal ve sevgi dolu kalp sayesinde oldum !
Elbette, kalbinde biriktirmeye 40'dan sonra başlayanlar için hayat 40'ında başlar ama şunu iyi biliyorum ki, insan kalbindekiler var olduğu müddetçe, ve kalbindeki sevgi kadar vardır.
İyi ki kalbimdesiniz ki ben bugün 40'ımda yaşamın içinde reel ve kalben bir hayli varım. İyi ki kalbimde sevginizi taşıyorum ki, hayatı bu kadar çok sevebiliyorum. Sevginin kabı, sevmenin şekli elbet yok ama, sevgi bağının sonsuz olduğu kesin. 40. yaşım için kalbimdekilerle sevgi bağımızın hiç kopmaması en özel dileğim. 

Sevgimle, sevilerek, ve içinizde taşıdığınız diğer azami dişi veya eril yanınızı da, erilliğiniz ve dişiliğiniz kadar severek kalın...