Tuesday, May 19, 2015

ATATÜRK EVİ ve BİGALI KÖYÜ

ATATÜRK EVİ

1. Dünya Savaşı sırasında, savaş planlarını yapmasında kullanmak ve konaklaması için, Bigalı köyü muhtarı (savaş öncesi adı Çamyayla köyü) kendi evini Atatürk'e bağışlamıştır. 
Savaş kazanılıp Cumhuriyet kurulduğundan beri de bu ev köyde müze halindedir. Aşağı meydanda, ninemin (babamın anneannesi) evinin tam karşısındaki köy çeşmesinin solundaki yola girince az ilerde sağdaki ev, benim için "sarı ev"... Avlusu ve bahçesi ile son derece şirin bir ev...

Eskiden yani ben çocukken sanırım Salı ve Pazar günleri ziyaretçi günüydü ama şimdi hergün ziyarete açıkmış. Bigalı Köyü son yıllarda tarihi koruma altına alındı, köydeki eski yatılı kız okulu şu an müze halinde, gerçekten çok şirin. Savaşta kullanılan birçok malzemeyi görebilirsiniz. Savaş mermilerinden eritilip yapılmış üzeri dualı yüzükler mevcut, sadece 1 TL'ye satılıyor. Yukardaki meydanda köy kahvesinin karşısında tam yeri. Köyün kahvesi bile abartmayım ama, günümüz deyimiyle "tarz değiştirmiş :)". En son 2010 Kasım'ında köyümüzü ziyaret ettiğimde, babamla uğramıştık, kahvenin sahibi "marı taa neeeleeeden geliyolar be yaw buraya kaavemi içmeye, ecneebiilee de geeelliyoo" diye anlatıyordu babama. Köy tarihi koruma altına alındıktan sonra yaz kış epey bir ziyaretçi akınına uğruyormuş. Toplu ziyaretler, TV çekimleri falan. Açıkçası bu değişimden köy halkı çok memnun. Zaten denize kıyısı olan köyler her zaman daha modern ve değişime açıktır. Gerçi Bigalı Köyü denize 2,5 km uzaklıkta ama toprağından olmalı ki Çanakkale insanı hep açık fikirlidir.

Ben uzun yıllar sonra gittiğimde, köyün yeni tarihi ve mistik, biraz da turistik havasını çok beğenmeme rağmen, eski halini göreceğim sanarak, biraz hayal kırıklığına uğradım tabii.
Bergüzar yengem haklı olarak evi daha konforlu ve yaşanılır hale getirmek için bazı değişiklikler yapmış, ama ben tabii o ninemle geçirdiğim çocuk günlerimdeki evi aradım. Evin karşısında, bahsettiğim, şimdi kuruyan, başı sökük, öylece ölü gibi duran köy çeşmesini aradım... 
Köy çeşmesi deyip geçmemeli, şu an düşünüyorum da, kaç profesyonel kare fotoğraf, kaç muazzam hikaye çıkar ordaki tek günlük hayattan bile. Köyün tüm yaşanmışlıklarını akan su alıp götürür taşır diğer evlere, o yüzden köyde her yaşananda herkesten bir sebep bulunur, herkesden haberdar olunur, köyün taşından toprağından, hatta havasından medet umulur. Akan su durunca sanki tüm yaşanmışlıkları da buharlaştırmış, yok etmiş gibi geldi, öyle kupkuru tek taş halinde dikili durunca karşımda...

Evin ön tarafı aslında dedelerden kalma dükkandan bozma kocaman bir odaydı. Haliyle yapısı değişikti. Eskiden alışverişi kolaylaştırmak üzere yapılmış, taştan kol ve eşya koyma tezgahı diyebileceğimiz ama İngiliz evlerinde yaygın olan"windowseat" denilen,  üzerine rahat şilte atıp oturup yatabileceğimiz pencere önü yeri, cephesi yola yani köyün meydanına bakan, kocaman pencereleri olan bir oda. Pencere boyunca bir duvardan karşı duvara kadar uzanan sedir. Ninemle oturduğumuz, bana bildiğim tüm masalları, sıkça Atatürk'ü anlattığı, bir yandan da çeşme başına gelenleri, yoldan geçenleri izlediği, laf yetiştirdiği, bana 18'lik genç kız gibi dedikodularını yapıp kendi kendine çok güldüğü, hatta sıkça yoldan çevirip, pencere önü sohbeti ve eğlenceleri yaptığımız, sadece bir odadan çok köyün ortak buluşma yeri, günümüz 'cafe'siydi.

Bigalı Köyü benim için çocukluğumun en güzel zamanlarının bir kısmı demek, ama aynı zamanda ninem demek, tarih demek, daha okula gitmeden kitaplarda yazmayan, kitaplardan asla öğrenemeyeceğimiz, yaşayan birinci el tarihten direkt kalbime, beynime ve ruhuma kazınan Atatürk sevgisi demek.  
Ninem hayatımda tanıdığım, en neşeli, şaşırtıcı, Türkçe tam karşılığı ile akıllı, yani ileri görüşlü, zeki ve hayat dolu bir kadındı. O'nu ve O'nunla yaşadığım anlarımı buraya da kelimelere de sığdırmak güç.
Bana herzaman Atatürk ile ilgili kitaplarda yazmayan birçok şeyi anlatırdı. İyi ki 20 yıl önce 96 yaşında hayata gözlerini yumdu da bugünlerin Cumhuriyet'ini kaybetmiş Türkiye'sini görmedi, evvelezel neşesini kaybetmedi,  paşasına, askerine, komutanına kavuştu, sevdiklerinin yanına göçtü gitti...

Böyle yaşayan bir tarihi, harika bir ruhu tanımış olmak gerekmiyor Atatürk'ü sevmek için ve Atatürk'ün yüceliğini, başarısını kabullenmek için. Çanakkale'ye veya Biga Köyü'ne gittiğinizde o savaşın izlerini, kalıntılarını görüp, birkaç insanla konuştuğunuzda bile anlayabiliyorsunuz bu vatan nasıl kazanılmış, neler feda edilmiş, mezarı olmayan yüzlerce dedemiz, Kürt'le Türk nasıl yanyana seve seve canını feda etmiş tek bir vatan için.

Bigalıköyü ve Atatürkevi "henüz" serbest ve açıkken gidip görmenizi, çocuklarınızı götürmenizi tavsiye ederim ;) bu yeni Türkiye'de herşey günübirlik iken, köklerimizi hatırlamamıza ve çocuklarımıza anlatabileceğimiz hala somut birşeyler varken ve yaşanabiliyorken, özellikle milli bayramlarda mutlaka o havayı yaşamanızı tavsiye ederim.

KALP AŞISI

Aşı denince birçoğumuzun aklına muhtemelen çocukken okulda çok korktuğumuz o mecburi anlar gelir. Okuldan kaçanlar, ağlayanlar hatırlıyorum. Ne tezat ve komiktir insanın bile bile, kendine gelecek bir hastalıktan korunmak için aşı olmaktan kaçması. Çocukluk işte. Ben çocukken korkmazdım aşı olmaktan, bugünse 9 yıldır çantamda taşıdığım uluslararası bir aşı kartım var. Damgalı gibiyim, sarı kart göstermeden giremiyorum bazı ülkelere. 


Günümüzde dört taraftan kuşatılmış gibiyiz, sosyal medyadaki kimliklerimiz bile zaten kimiz, neredeyiz, ne yapıyoruz hatta ne düşünüyoruz, yüzeysel olarak ‘başkalarına göre’ ne hissediyoruz, ruh halimiz nasıl, anında bilgi veriyor bilmek isteyene. Üzerine bir de aşı kartı ile mimlenmişiz çok mu? Sosyal medyanın tersine, somutça, elimdeki kart “ben alışığım, her türlü musibete karşı koruma kalkanım var” diyor kati bir dille. 
Birçok ölümcül ve bulaşıcı hastalığın aşısı var, koldan, karından, bacaktan vuruluyor. Bence artık aşklar için yürekten vurulan bir Kalp Aşısı olmalı. Zira aşk kaldırıma düştü, öyle ki her gün herkes herkese âşık olabiliyor, en azından öyle sanıyor. 
Her kalbin nevi şahsına münhasır bir koruma kalkanı olmalı. Yani kalbine girmek isteyene karşı hassasiyetlerini göstereceği somut, damgalanmış bir Kalp Aşı Karnesi olmalı. Hatta girdiği kalbe göre, karşılaşacağı her sert tutum, kabalık, kırıcı söz, görmezden gelme, gereksiz inatçılık, vukufsuzluk, dost kazığı, evlat ayrımı, aşağılanma, aldatılma, tecavüz ve ayrılık acısına karşı muteber bir aşısı olmalı. Her mutlak ve muteber aşının rengi de birbirinden farklı olmalı. İnsanlar ona göre birine güvenirken, sırrını söylerken, bir gönüle girerken, bir sevdaya tutulurken önlemini almalı. Kalp Aşı Karnesi her daim cebimizde hazır olmalı, rengi de pembe olmalı. İçine çetele tutulmalı; kim kimi kırdı, kim kimi aldattı, kim kime psikolojik baskı uygulayıp yıldırdı, kim kime tahammül edemedi, kim kime dost görünürken sırtından bıçakladı, kim kime kardeş kazığı attı veya kim aslında çok severken vebalı gibi sevdiğini yok saydı. Tüm bu yaralanmalar, hassasiyet belirtisini göstermek üzere rengârenk bir şekilde karneye damgalanmalı. Mesela dışardan tozpembe görünen kalbe âşık olmadan önce, bir de karnesinin içine bakılmalı. O’na göre âşık olmalı. Kalbini kaptırdıktan sonra, yok efendim ben kurtulamıyorum bu kara sevdadan veya vay efendim beklediğim gibi çıkmadı diye hayıflanmamalı. 


Kalp Aşı karnesi, hastalık aşı karnesi gibi mesela her 10 senede bir sıfırlanmamalı. Ağırlıklı vukuatı her neyse, yavaştan o rengi almalı. Böylece kalbimize girmeye yeltenen kişiye göstereceğimiz kartın rengi de net olmalı. Aynı şekilde aşık olacağımız kişinin kusurlarını baştan bilip katlanıp katlanmayacağımıza karar verebilmeli. Aşk’ta özellikle 1-0 önde olmalı.


Çok acımasız, fazla mesafeli, çok duygusuz mu geldi kulağınıza? Yoksa “aşkta yarış mı olur canııım” mı dediniz? 


Bizim aşk, merhamet, dostluk, kardeşlik, vefa, saygı, vicdan dediğimiz birçok olgu çok acımasızca yaşanmıyor mu zaten günümüzde? Bir tık ötedeki arkadaşlarımız, güncel hayatta çok mesafeli değil mi artık bize? Birliktelik deyip asla bir olamadığımız duygusuz ilişkiler yaşamıyor muyuz sık sık? Tahammülsüzlük dibi boyladı, hoşgörü sözlükten kalkmak üzere değil mi neredeyse? Birlikteliğimiz var dediklerinde, karşınızdaki çifte bakarak, kim kime daha çok laf soktu, kim kimi daha çok aldattı skoru tutmuyor musunuz içinizden gayri ihtiyari? Birliktelikten anlaşılan en iyi ihtimalle berabere bitecek bir yarış haline gelmedi mi? Veya hemcinsinizle bile yarış haline girmiyor musunuz birçok konuda? Dost kelimesi birçok kişi için ‘hey dostum’ ile başlayan Amerikan filmleri repliğinden öteye gitmiyor mu artık? Arkadaş dediğimiz çok bencilce davranmıyor mu?


Hal böyleyken, bir avuç hoşgörülü, saygılı, aşkına, sevdasına, dostuna, kardeşine, özsaygısına sahip çıkan, sarılan, elden bırakmayan insanlar daha fazla kalp acısı yaşamadan bir adım önde olsa çok mu? Sanal ortamda ruh halimizin nasıl hissettirdiğinden ziyade, elle tutulur, gerçek, somut damgalı bir halet-i ruhiye karnesi midir bizi acıtacak olan, ifşa eden? Zaten kalbimize giren biri, kısa bir süre sonra alenen görmeyecek mi gönlümüzün asıl rengini? İş işten geçmeden, vakit kaybetmeden bilmesi hakkı değil mi?

Kalp karnemiz her daim cebimizde olsa ve biz ona gün içinde bir iki kez bile baksak, belki daha vicdanlı, daha hoşgörülü ve daha gerçekçi insanlar oluruz. Arkadaşlığımız, dostluğumuz, daha yakın ve vefalı olur. Karne bacağımızı aşındırıp acıtır da belki, kalp acısından çekiniriz. Bizi sevenlere karşı daha hoşgörülü oluruz. Sevdiklerimizi görmezden gelip, yok sayıp kahretmeyiz. Karne gün içinde ara sıra elimize gelir de belki, karşımızdakinin kalbini avuçlarımızda taşımanın sıcaklığını hissederiz. Karnenin içindeki yüzlerce renge bakmaya dayanamayız da, aşka tahammül etmenin, bir dost için güvenilir olmanın ehemmiyetini anlarız. Karneyi özenle taşımayı öğreniriz de, belki bir arkadaşımızın sırrını özenle saklamanın ne kadar ağır olduğunu tahmin edebiliriz. Veyahut bir sevdayı ömür boyu kalbimize mühürlemenin ne kadar meşakkatli olduğunu öğreniriz. Birine ömür boyu söz vermeden önce, neye sabredeceğimizi anlarız kesinlikle. 

Sabrederek, öğrenerek, tahammül ederek, hoş görerek, sevmeyi öğrenerek, kendi Kalp Aşı Karnemiz ile her gün yüzleşerek, bir bakmışız aşkın rengi tekrar kırmızı, sevdanınki beyaz olur; hatta tüm karneler pembeye çalar. 
Tek başına ayrı ayrı rengârenk bir yaşam sürerken, kim bilir bir bakmışız ansızın, tek gönülde BİR olup, aynı karneye damga gibi vurulmuşuz. Yaşam boyu tozpembe olmuşuz...

Monday, May 18, 2015

AN


Perdenin ince aralık kısmından sızan güneş ışığı kamaştırdı önce gözlerini. Sabah olmuştu ama henüz kalkma vakti miydi ki, bilemedi. Üst kattaki bayanın topuklu terliklerinin ahşap zeminde çıkardığı sesle içinden söylenerek uyanmaya başladı kadın. Tık, tık, tık.

Anlaşılan çoktan sabah olmuştu ve kalkmasına daha 1 saat vardı. Perdeyi açık unuttuğunu anladı, güneş ışıkları neredeyse göz kapaklarını delecekti. Işık ve sesle asla uyuyamadığını bile bile perdeyi kapatmadığı için kendine ve zamanından erken uyandırdığı için yukardaki telaşlı hatuna kızdı. Homurdanıp biraz daha uyumaya yeltenip bir sol hamle yaparak dönmek istedi ki, belinden aşağısının tamamen su içinde olduğunu fark etti. Panikle gözlerini ovuşturarak açmaya çalışırken, yüzünü kocaman bir tahta parçasına sürtüp suyun dibini boylaması bir oldu. Can havli ile tekrar su yüzüne çıktığında nefes nefese, biraz önce yüzünü sürttüğü tahta parçasına tutundu ki bunun ters dönmüş koca bir kayık olduğunu anladı. Bir yandan yuttuğu suları çıkarmak istercesine öksürüp bir yandan zor nefes almaya çalışırken tekrar suyun dibini boylamamak için sıkı sıkı ters dönmüş kayığa tutundu. Güneş ışıklarının suya yansıması ve tutunduğu kayık dışında hiçbir şey göremediğini fark etti. Nefes alıp sakinleşmeye çalışırken, rüyada olduğunu sanarak bir kaç kere gözlerini açıp kapattı. Ne yazık ki her şey olduğu gibi gerçekti.

 
Gün gibi denizin ortasındaydı kadın. Uçsuz bucaksız bir denizin ortasında. Çaresizlikle üzerini aramaya başladı, ayakkabıları çoktan ayağından çıkmıştı, küpelerinden biri ve altın kolyesi duruyordu üzerinde. Fakat çok sevdiği yüzüğü kaybolmuştu ve bileziği yoktu bileğinde. Yaşadığına şükredip nerde ve neler olduğunu hatırlamaya çalıştı, sakin olmalıydı önce. Takıları kısmen durduğuna göre herhangi bir saldırıya uğramamıştı. Fakat güçlü bir darbeye uğradığı kesindi, elbisesi çeşitli yerlerden parçalanmış, vücudunda ve yüzünde çeşitli yaralar vardı. Nefesi yavaşlayıp sakinleştiğinde yaralarının canını çok acıttığını fark etti. Yüzünü güneşin ters yönüne çevirip kayığın üzerine koydu, neler olduğunu, nasıl bu hale geldiğini hatırlamalıydı. Birden tekrar duyuldu o ses. Tık tık tık…

Sesin, küreğin suyun üstünde kalan kısmının hafif rüzgârla kayığa vururken çıkardığı ses olduğunu fark etti. İçinden “keşke yine küfretseydim, bir saat eksik uyusaydım da yatağımda evimde olsaydım” dedi. Çaresiz ve güçsüz hissetti kendini, ağlamaya başladı.  Ağladıkça yüzündeki yaralar daha çok acıtıyordu. Sakin olmaya çalıştı. Elini güneşe siper edip etrafına bakındı, önü arkası sağı solu birdi, yalnızca derin mavi. Çok susamıştı.

Güneş ışıklarının dikliğine bakılırsa vakit öğlen vaktiydi ve elbisesinden de mevsimlerden yaz olduğu belliydi. Hangi ayda, hangi günde olduğunu düşündü. Sonra da ne önemi var ki diyerek tekrar ağlamaya “yardım edin, sesimi duyan var mı, buradayım, hayattayım ben yaşıyorum” diye bağırmaya başladı. Defalarca bağırdı ama kendi sesinden, küreğin ve rüzgârın sesinden başka hiçbir şey duyamadı; gücü tükendi, sessizce yine başını kayığa yasladı.

 
Tam sıcaktan mayışıp uykuya dalacaktı ki birden şimşek görüntüler çaktı gözü önünde. Akşam gemide verilen iş yemeğinde çakırkeyif ve çıplak ayak dans ederken birden gemide yangın çıktığını, Stefan ve Markus ile birlikte batıya doğru kürek çekmeleri tembihlenerek apar topar bir kayığa bindirildiğini, sırayla kürek çekerek kıyıya ulaşmaya çalışırken Mozambikli Portekiz kökenli korsanlar tarafından üzerlerine bir-iki el ateş atıldığını, Alman vatandaşı oldukları için Stefan ve Markus’ u rehin aldıklarını, ve kendisinin kayıkta tek başına bırakılarak bağrış çığrış el işaretlerinden anladığı kadarı ile de güneye gitmesi tembihlenerek denizin ortasında bırakıldığını hatırladı.
Karanlığın ortasında yalnız kalmıştı kadın. Yıllardır söylendiği yalnızlıkla belki de gerçekten ilk defa tanışıyordu. Aslında belki de sadece tek başınalıktı daha önce adlandırdığı, asıl şimdi yapayalnızdı.
Var gücü ile küreklere asılmıştı kadın fakat kayık giderek su alıyordu. Açılan ateşler kayığın gövdesinde delik açmış olmalıydı. Elbisesinden parçalar koparıp deliği tıkamaya çalıştı ama çoktan kayığın yarısı su dolmuştu. Kayığın içinde eline geçirdiği küçük bir kapla bir yandan suları boşaltmaya çalışırken kayığın diğer bölgelerinden de delikler açıldığını ve kayığın hızla su dolduğunu fark etti. Elbisesinden birkaç parça daha koparıp delikleri tıkamaya çalıştı ama çok yetersizdi, dalgalar elbise parçalarını çoktan yutmuştu. Var gücü ile suları boşaltıyordu kadın, sağa sola yetişmeye çalışırken birkaç kez dengesini kaybederek düştü kayığın içinde, başını ve gövdesini çarptı ve yaralandı. Yine de yılmadan, karanlık sulara boğulmadan kollarında mecal kalmayana dek saatlerce suları boşaltmaya devam etti. En son çaresizlikten yorgun düşüp bayılmış olmalıydı. Yine de şanslıydı ki kayığa tutunarak hayatta kalmayı başarabilmişti.

Peki, üzerinden kaç gün geçmişti, neden yalnızdı? Stefan ve Markus’ a ne olmuştu? Çaresizlik yerini korkuya bıraktı birden. Şu an yaşıyordu ama ya birazdan köpek balıklarına yem olursa ne olacaktı? Arkadaşlarının da korsanlar tarafından öldürüldüğünü, belki de çoktan köpek balıklarına yem olsun diye denize atıldıklarını düşünerek ağlamaya başladı. Gazete manşetlerini düşünüyordu bir yandan, şirket prestijinin nasıl sarsıldığını hayal etti. Kimyasal formülü bilen üç mühendisin aynı gemiye bindirilmesinin ancak rakip firmanın komplo teorisi olduğu yazıyordu tüm gazetelerde. Stratejik büyük bir hata olduğunu eleştiriyordu tüm köşe yazarları. Şirket CEO’ sunun basına yaptığı açıklamaları ve yüzündeki üzüntü ve telaşını bile en ince ayrıntısına dek hayal etti. Marka zedelenmiş, satışlar dibe vurmuştu. Durum öyle vahimdi ki, belki de kimsenin umurunda değildi kendisinin ve arkadaşlarının hayatta olup olmamaları.
Hayatta kalırsa daha başka sorunlar bekliyordu asıl kadını, deneyimli bir mühendis olarak kayıktaki suyu bile boşaltamamıştı. Su O’nu alt etmişti.
Belki de tüm bunlar gerçekten bir komploydu, rakip şirketin bir oyunuydu. Bu seyahat bile en başından bir düzmeceydi.
Her ne ise, aç, güçsüz ve en önemlisi susuzdu kadın. Mozambik Mauritus arası, okyanus açıklarında, sıcaktan kavrularak ölmek üzereydi, saatlerce ağladı. Sonunda ağlamaktan yorgun düştü ve başı kayığın üzerinde uykuya daldı.

 
Bir süre sonra beyaz badanalı evlere ulaşmıştı kadın. Az yüksek, birbirine dayanan, irili ufaklı evlerin rengârenk kapılarının, canlı kaldırımlarla desteklendiği evlerin arasında, avludaki hayatların sokaklara karıştığı, seslerin dışarı akarak, mekânın müziğini oluşturduğu bir sokaktaydı. Zaman herkesten azar azar çalınıp yaratılmış, mekân hep yakalanmak istenen ‘an ’dan ibaretti sanki. İnsanlar haberleşip bu an ’da buluşmuşlardı belli ki, kaldırımları canlandırıyorlardı.
Tunus’ta mahallede oynayan çocuklarını oyunda bırakıp gelen kadın, Antakya’da avluda yorgan diken adam, Hindistan’daki el falı bakan yaşlı dede, Çeşme’deki kumru fırınının sahibi hamur elli fırıncı, Mozambik’te öğle vakti iskelede yere kapaklanarak, denize taparcasına iş bulmak için dua eden Portekiz kökenli genç delikanlı, Güney Afrika’daki köpek balığına elini kaptıran tek elli garson, Rusya’daki sert kaşlı aksi kadın, eski ev arkadaşı Kamerunlu Therese bile buradaydı. Hep gitmeyi hayal ettiği Küba’da bir caddeden toplanıp getirilmiş sokak şarkıcıları ile birlikte şarkı söylüyordu. An’ın müziğine ritim tutuyorlardı.

Sokağın başından sonuna dek koşar adım yürüdü kadın, an’ın nerde başlayıp nerede bittiğini görmek istedi. Kendini müziğin ritmine kaptırmış bu masalımsı an’da dolaşıyordu, bu anın bir sonu olmadığını, hep hayal ettiği an’da kalmanın mümkün olduğunu kendine ıspatlamak istercesine tüm kapılardan içeri girerek evleri dolaşmaya ve evlerin içinde birbiri ardına açılan kapılardan geçerek zamanı yenmek istedi. Çok sevdiği yazar Richard Bach’ın da dediği gibi, ‘zamanı yendiğinde hep aynı anın içinde kalmak’ işte şimdi mümkündü. Hızlıca birbiri ardına açılan farklı anlardan geçerken birden Bangkok’taki kayıklı satıcıyı gördü. Yine binbir çeşit meyvelerini kayığına yüklemiş gelmişti. Kayıklı satıcı, kayığı ile pekâlâ arkadaşlarını gidip kurtarabilirdi, bir umut yaşadıklarına inanıyordu. Korsanlar mutlaka şirketten para sızdırmak için Stefan ve Markus’u rehin tutuyorlardı. Mozambikli korsanları tropik meyvelerle kandırabilirim diye düşündü safça kadın. Kayıklı satıcıya seslendi, ona doğru koşarken satıcı bir öndeki büyük mavi kapıdan içeri girdi. Pat! diye yüzüne kapandı kapı kadının. Açmaya çalışsa da kapının arkadan kilitlendiğini duydu.

Çaresizlikle Mavi kapının önünde durdu kadın. Tık, tık, tık; bir daha tık, tık, tık. Yine tık, tık, tık.
 
Gözlerini açtı kadın tavandaki palmiye yapraklarından yapılma avizeye gözü takıldı, tekrar duyuldu ses. Tık, tık, tık. Kapıya çevirdi gözünü kadın, öylece hareketsiz duruyordu. Bir ses duyuldu;
 
          - "Madam, room service, may I come in?”.
 
Sabah olduğunu, otel odasında bir rüyadan uyandığını anlayarak gülümsedi kadın, Ayağa kalktı kapıyı açtı, çikolata renkli kadını içeri buyur etti, kocaman beyaz bir gülümseme konmuştu çikolata renkli kadının yüzüne, halbuki kaşları aynı sert bakışlı rus kadınını andırıyordu, elleri ise Tunuslu anneyi.

Oda’nın içinde bir yandan ayılmaya çalışıp giyinirken bir yandan da çikolata kadını izledi. Güzel bir şarkı söylüyordu çikolata renkli kadın banyoyu temizlerken. Sokak müziğinin melodisinde ama eski ev arkadaşı Therese’in sesi ile. Balkon kapısını araladı, dalga sesleri odayı doldurdu, denize ve güneş ışıklarının suyun üzerinde oynayışını seyretti bir süre, birden kıyıya yaklaşmakta olan bir kayık belirdi, içindeki pekâlâ Portekiz kökenli Mozambikli genç delikanlıydı. Yolcuları otele taşıyordu belli ki. Önce küreğini kumların üzerine attı sonra Taylandlı turisti elinden tutarak sahile indirdi.

Her şey bir an ’da belirdi ve dalga sesleri kadar gerçek, güneş ışıkları kadar aydınlıktı. Balkonda durarak rüzgârı içine doldurdu kadın, nereye eseceğini hiç düşünmeden.  Her ne sesi ile uyanmış olsa da hayatta olduğu için, güneşli güzel bir güne uyandığı için tanrıya ve evrene şükretti. Aşağıya indiğinde, Stefan ve Markus çoktan uyanmış, kahvaltı sofrasında O’nu bekliyorlardı. Tek elli Afrikalı garson kahvesini doldurdu, tropik meyvelerden aldı kadın biraz tabağına ve su ile başladı kahvaltısına.

 

 

 

Friday, May 15, 2015

KANDİL

DUA ve istekler, evrene uyumumuz ölçüsünde kabul olur. Yani kalbimizin içi, iki dudağımız arasından çıkan sözler ve karşımızdaki insanlara davranışlarımız dualarımızın asıl sesidir. Öyle ki atalarımız "El yarası geçer ama dil yarası geçmez" veya "İki söz, bir büyüdür" demişlerdir. 
Ne kadar kalp kırıp arkamızdan ah alırsak, telafisini etmez isek, o kadar SESSİZ DUA etmiş oluruz. Ne evren ne allah sizi duyamaz. Bangır bangır isterken aslında birşeyi, bizi kendimizden başkası duyAMAZ! Belki buna BEDDUA bile denebilir. 
Pek mukaddes saydığımız KANDİLLERDE 'dualarınız kabul olsun' demek adetten ama DUA'nın anlamını ve fiziksel işlevini bu şekilde tanımlayan biri olarak çok iyi biliyorum ki hiç bir zikir, hiç bir ısrar evrenin kanununu değiştirEMEZ! 
Çok 'trendy' deyimiyle, 'ne iletirsek evrene o döner geriye' anadan doğma haliyle, 'allah eninde sonunda verir kalbine göre'...o yüzden, adam olmadan, insan olmadan, gönül kazanmadan, ne kadar DUA etsen NAFİLE...

Tuesday, May 5, 2015

HIDIRELLEZ


Söylensin dilekler yazılsın kâğıtlara,

Salınsın nehirlere, ulaşsın denizlere;


Yazılsın dilekler kâğıtlara,

Atılsın denizlere, ulaşsın Hızır ile İlyas eline,


Çizilsin dilekler dikilsin taşlarla,

Canlansın, imge olsun evrende;


Söylensin dilekler şarkılarda,

Dillensin, dağılsın ağaçtaki güllere;


Yansın dilekler tutuşsun ateşlerde,

Kıvılcım olsun, yansın gönüllerde;


Tutulsun dilekler saklansın ağaç dallarına,

Gizlensin dualarda, gerçek olsun bu HIDIRELLEZDE !!

Wednesday, April 29, 2015

ATEŞ ve BALIK


Aşk ateşken sudan çıkmış balık olmak mıdır,
Yoksa suda balık olup, alık alık birine tutulmak mıdır?


Aşkın rengi kırmızı mıdır, yoksa derin mavi midir?

Bir balık için hayatın anlamı derin mavi iken,
Sahi maviden başka renk var mıdır?


Nedir aşk, mavi okyanus dinginliği mi,
Yoksa kor bir alev sıcaklığı mıdır?

Aşk ateşini su bile söndüremezken,
balıkların aşkı sanki daha mı yangındır?


Aşk ateş olup sevdalanmak mıdır,
Yoksa balık olup sevdaya tutulmak mıdır?


Rüzgar alevi harlayıp, denizleri dalgalandırırken,
Hala ateş ve balık birbirine aşık mıdır?

TEK BAŞINA


Palmiyeler'in olduğu her yer bana İzmir'i anımsatır. Her neresi ve nasıl olursa olsun çok severim o şehri. Palmiyeler 'in arasından bir de denize açılıyorsa manzara, bir kat daha severim.

İzmir'de Üniversite'de Çevre Ekolojisi dersinde palmiyelerin biyolojik olarak ağaç değil de ot olduğunu öğrendiğim gün 'şehrin her yanını otlar sarmış meğer' demiştim. Otların babasıymış meğer palmiye.


Ot deyip geçmemek lazım, zira 5 dk kaynatılarak hastalıklara iyi gelmeyen ot yok herhalde. Türk değil miyiz her otun da suyunu çıkarır içeriz.

Kaynayınca birşeye yaramayan tek ot palmiye sanırım. Zaten de yaramasın, ömürlük değil seyirlik olsun bazı şeyler. Otun ottan farkı olduğu gibi eşyanın da eşyadan farkı olsun.

Bir kere para verelim ömür boyu kullanalım diye alıp suyunu çıkarana dek kullanmayalım mesela. Sonra da yeni modelleri görünce vitrinin önünde dikilmeyelim hüsranla.
Bazen de görmekten, kullanmaktan zevk aldığımız için sevdiğimiz renge modele para verelim paramız yetiyorsa.

Ot gibi suyunu çıkarmadan, palmiye gibi belki tek başına ama mesela deniz kenarında keyifle yaşayalım ömrümüz varsa.

Tuesday, April 28, 2015

GİBİ GİBİ DÜNYA


Eskiden annelerimizin kullandığı Kıbrıs'tan gelen yeşil rujları vardı, sürünce kırmızı olan. Karpuz misali dışı sert ve yeşil ama, içi tatlı ve kırmızı. Hediye kutular vardı içi boş sandığımız, açınca içinden yüzümüze doğru kukla fırlatan. Tek tip telefonlar vardı, zilini hepimiz aynı bildiğimiz, ancak açınca arayanı öğrenebildiğimiz.
Gelen aşk mektuplar vardı, yolunu dört gözle beklediğimiz, ancak okuyunca heyecanımızı dindirebildiğimiz.
Mektubun cevabı gidene kadar bitmeyen derin aşklar vardı, adına sevda dediğimiz.

Ne çok bilinmezlik vardı eskiden hayatımızda ve daha çok beklentimiz. Sürpriz çok şey vardı yüreğimizi ağzımıza getiren, birçoğunu mutluluk bildiğimiz...

Şimdi ise dudağımıza daha değdirmeden nasıl duracağını bildiğimiz milyon çeşit ruj var, yine de nemrut ifadelerimizi gizleyemediğimiz. Arayanı çalan telefon sesinden bile tanıyıp konuşmak istemediğimiz akıllı telefonlarımız var, sesimizi duyunca mutlu olacağını bildiğimiz insanları bile aramayı akıl edemediğimiz. İki gülünce mutlu sandığımız, içi kan ağlayan insanlar var yakınımızda, dertlerini bile bilmediğimiz, pek çoğuna arkadaş dediğimiz. Gözlerimizin içine bakınca, sevdiğini sandığımız erkekler var, aynı anda kaç kadına mesaj gönderdiğini tahmin etmediğimiz. Ölene dek severim diye sevdalandıklarımız var, bir kırıcı lafı ile adamlıktan erkekliğe indirgeyebildiğimiz...

Eski gibi yeni gibi, içimizde taşıdığımız iki "ben" gibi, iyi gibi kötü gibi hayatın iki evresi. Düşmanını sen gülerken ağlatan, ağlarken güldürten bir film gibi. Dışardan bakana sanki kendisinde hiç yok gibi, hâlbuki herkesin önündeki bir ayna misali, hayatımız iki perdelik "gibi gibi" adlı bir tiyatro oyunu sanki...
 
27/03/2015

AZ ÖZ ÇOK

Bazen birine dünyaları versen yaranamazsın, ama birine usulca dokunursun, O'nda kocaman bir dünya yaratırsın...
Az ne kadar çoktur, Çok ne kadar azdır, kim bilir? Bir çocuk 'ama bu çok büyüüüük' diye sevindiğinde, biz çocuğun ne kadar çok sevindiğini tasavvur edebiliyor muyuz gerçekten? Arkadaşımız 'çok üzüldüm' veya 'çok sevindim' dediğinde peki? Ya sevdiğiniz adam bir gün gidişinize şaşırırken siz 'çok bekledim' dediğinizde veya aşık olduğunuz kadının başkasına aşık olduğunu bilerek 'ama ben seni çok sevmiştim' diye iç geçirdiğinizde, Onlar gerçekten az da olsa hayal edebiliyorlar mı aslında 'ne kadar' demek istediğinizi?

Birey olarak evrene kıyasla miniminnacık varolmuş bir ışıkken, çok istediğimiz "şey" ler, koca evren için aslında ne kadar az'dır.

Ya bize taşıyamayacağımız kadar çok ağır gelen acılarımız, üzüntülerimiz? Hani dilemez miyiz Allah'tan "bana taşıyamayacağım yükleri verme" diye, aslında bu sonsuz varoluş içerisinde, yaratan için kimbilir ne kadar da azdır...o zaman "Allahım bana neden bu acıyı verdin ?" diye sormak ne kadar da anlamsızdır...

Çok yoksunum dediğimiz herşey, aslında evrende ne kadar da çoktur. Senin az dediğini, kim bilir karşındaki ne çok hayal eder, çok dediğini ise kim bilir ne kadar hafife alır...

O yüzden belki de bir şeyi çok isterken, ne kadar ve ne derece çok istediğimizi görece, kendi ölçülerimizle, sayıca, tarifi ile çok net istemek lazımdır ki, zaten evrende bol miktarda hazır bekleyen hali ve bereketi ile bize gelsin...
 
Peki Sevgi'nin azı çoğu var mıdır ? 

Bence Sevginin kabı, Sevmenin şekli yoktur. Öyle ise, çok sevgi istemek neye göre revadır? az ya da çok sevilmişiz, bu sadece bizim algılamamızdır. Az ya da çok sevilmek isteriz, bu yine bizim kararımızdır. Yani kısaca sahip olduğumuz egomuz, çok net olarak bizim algımızın tartısıdır. 

Öyleyse bazısı dünyayı başımıza yıkmış, kantarın topuzunu yerinden söküp atmış, hakkımız yenmiş, kandırılmışız, bu ne kadar kötüdür? Bence biz izin verdiğimiz kadardır, o yüzden çok da önemsemeyip, aslında affetmeliyizdir. Ya da birinin bütün dünyası olmuşuz, yalnızlık çekmiyorsak, iş yerinde haksızlığa uğramıyorsak, değer görüyorsak ne kadar güzeldir? Tabii ki bizim anladığımız kadardır, tabii ki çok kıymetini bilip kaybetmemelidir, hatta karşılık verip çoğaltmalıdır...
 
Az çok değer verip severiz de bu bize az da olsa ne ifade eder; aksine yerlere göklere sığdıramayıp çok değer verip severiz de karşımızdakinin gönlünü ne kadar çok fethederiz?  Aslında çokca sevdiğimiz ve bildiğimiz kadar, az biraz da olsa karşımızdakinin hissedebildiği kadar...

Az da olsa, çok da olsa, Sevgi varoluşun derinliklerinden, yani Öz'den gelir. Bana göre bu Öz'ü bizim gibi hisseden ve bizim gibi algılayan kişi, ÖZeşimizdir. Özeşin iyisi kötüsü olmadığı gibi, azı veya çoğu da yoktur, ÖZeş tamdır,  olduğu kadarı zaten senin tamlayanındır, bana göre dünyalar kadar çok, uzay kadar engindir, heryerdedir, her duyguna dokunur; olduramadığın kadarı ise zaten hiç var olmamıştır. O yüzden ÖZeşin ile aranda egonu bastırabilecek, nefsini susturabilmeye yetecek kadar sonsuz sevgi, kabulleniş, affediş, saygı, barış ve huzur vardır. Az veya Çok boyut değiştirir, TAM'a dönüşür, sonsuz olur aranızda. Öyle ki, ÖZ'ün Sevgi de olsa Korku'da, kaynağınız aynıdır, ve bu kaynak kardeşliği aranızdaki sırrı yani sadece ikinizin paylaşabildiği sonsuz BİR'liği oluşturur. Aynı tasavvuf inancındaki bir Nur'un kendi ışığının aynını diğer bir Nur'da görebilmesinin sırrının, yine Nur'un kaynağından gelen tutku ile olması gibi...

Çoğumuz çokça zaman boyunca Özeşimizi ararız, onu bulunca tam olacağımızı biliriz, o yüzden hatta tastamam hayaller kurar belki O'nu ömür boyu bulamama korkusundan, en çok sevdiğimizle bir an önce BİR olmak isteriz de, bu bazen BİR olmaktan daha çok, ne yazık ki az bir birliktelik ‘ten öteye geçemez, çok da hırpalar bizi. Birlikte oluruz, bazen çok beğenir adına aşk deriz, hatta çok mutlu eşler olup evlilik bile yaparız, kendi aramızda bunun adını ruh eşi, ruh ikizi koyarız ama maalesef bir zaman sonra ruh sapmasına uğradığımızda, ne eş kalır ortada ne de ikizimiz...

Oysa ruhumuzu yani aslında gerçek özümüzü bulduğumuzda çok iyi tanıdığımızda, az kalmıştır TAMlanmaya, O'nunla BIR olmaya. İşte söz konusu iki kişilik ilişki de olsa, herşeyin sebebi dönüp dolaşıp yine bizi, en çok kendimizi bulmakta...

Biz az çok ne isek, neyi kabul eder ve ne kadar görür isek, hissettiğimiz ve aldığımız o kadardır. Ne kadar sever isek, yaşadığımız o kadardır.

Şairin dediği gibi, aslında Sevmek ne uzun kelime...İçimize yaptığımız yolculuk da çok uzun bir yol sevgiye benzeyen. Sevmek bazıları için az bulunan, kimilerince çok çabuk tüketilen, bana göre çok meşakkatli bir mesele...

Sevmek aslında az çok sabır, az deli cesareti isteyen, çok derin bir mesele...İçimizde hissettiğimiz çok az bir Sevgi bile olsa, Sevmek öyle mi, dönüp dolaşıp ucu en çok bize dokunan bir mesele. Az da olsa, çok da olsa, içinde Sevgi geçen en kötü eylemden bile en çok kendimizi sorumlu hissettiren bir mesele. 

Gönül bir kere sevmeye görsün, tüm duygular, en çok korku üzülmekte, tersine gönül bir kere artık sevmediğine karar versin, en çok özgüven törpülenmekte...

Sevmek işte bu yüzden duygular taarruzunda galip çıkmaya çalışan çok çetin bir mesele. Sevmek, Seven ile Sevda'sı arasındaki az veya çok, Sevgi'den de bağımsız tek mesele. Öyle ki az imiş veyahut çokmuş önemi olmayan, tastamam bizi kendimizden özgürleştirebilen, hesabını kendimize az veya çok vermek zorunda olmadığımız tek mesele...

O yüzden birini çok sevip mutlu edememişiz, çok sevmişiz ama O az kıymet bilmiş, karşılık vermemiş çok umurumuzda olmamalı, çünkü sevmek gerçekten tek kişilik bir mesele. 

Öyleyse, az çok matematiğime göre, sevginin azı çoğu olsa da, sevmek değil midir esas olan, yani Az Çok kendimiz değil miyiz bu evrende esas kahraman? Daha çok sevgi isterken kendimizi veya bir başkasını daha çok sevmek gerek değil midir, az da olsa bizi Bir'e TAMamlayan ?

24/11/2014